Şimdilerde Yıldız Savaşları: Güç bizimle olacak mı?
Star Wars’un hayal ettiği galaksiler arası özgürlük savaşları bile bugün yerini, şirket logolarının damgasını vurduğu tekeller arası pazar savaşlarına bıraktı. Güç kiminle olacak?

Görsel: Midjourney/Fırat Turgut/Evrensel
Kaan Biçici
[email protected]
4 Mayıs, galaksideki direnişçilerin günü: “May the 4th be with you.”, “Güç seninle olsun.” Ancak yıldızlara dair merakımız, George Lucas’ın sinema tarihine kazandırdığı bu destanın çok öncesine uzanıyor. İnsanlık, gökyüzüne gözlerini diktiği ilk günden beri yıldızlara yalnızca bakmadı; onları anlamaya, anladığı kadarıyla hayatıyla bir bağını kurmaya ve nihayetinde de onlara ulaşmaya çalıştı.
Bir zamanlar uzay, insanlık için ortak bir ütopyanın sahnesiydi. Uzay, ne pazarlanabilir bir prestij ürününe ne de imtiyazlı zümrelerin yarış alanına dönüşmüştü henüz. Bilimsel düşüncenin önemli tetikleyicilerinden merak, “kamusaldı”. 20. yüzyılın ortasında yükselen uzay çalışmaları bir rekabetin değil, dünyayı ve yaşamı anlamlandırmanın, onu tahayyül biçiminin önemli bir parçasıydı. Sovyetler Birliği’nde başlayan bu hikaye ABD ile girilen rekabetle harlanmış zamanla –Sovyetler’in siyasal-toplumsal tarihinden bağımsız okunmayacak şekilde- hedefini kaybetmişti. Günümüzde de sermayenin “oyun alanına” dönüşmüş durumda. Kolektif düşler, zamanla yönünü değiştirdi; yıldızlara ulaşma arzusu, bir insanlık tasavvurundan çıkıp, bir üstünlük yarışına dönüştü.
Sovyetler Birliği’nin öncülüğünde bu ütopya sadece mühendislikle değil, felsefeyle, sanatla ve kolektif hayalle yoğrularak kuruldu. Yıldızlara ulaşmak, teknolojik bir ilerleme değil, aynı zamanda insanlığın kendi sınırlarını aşmasıydı. Astronotların gözünden mavi ve güzel görünen dünya ve sessizliğin-karanlığın hakim olduğu uzay bir işgal alanı değil; bilgiyle, bilimle, kolektif çabayla keşfedilecek bir düşün alanıydı.
Toplumun tüm kesimlerini bilimle buluşturma çabası, çocuklara yönelik uzay kampları, mühendisliğin teknik bir alan olmakla sınırlanmayıp yeni anlamlarla da buluştuğu kitle kültürü, bilimsel düşüncenin sanata ve eğitime nüfuz etmesi... Tüm bunlar, “yıldızlara ulaşmanın” ancak yere, yani halka kök salarak mümkün olduğunu gösteriyordu. Bilimin teknik çıktılarıyla ya da o çıktıların halkın yararına kullanılmasıyla sınırlandırılmayarak, bilimsel düşünmenin araçlarını halka ulaştırmaktı.
Elbette Sovyetler’de de bu durum değişir. Uzay, bilimsel bir keşif alanı olmaktan çıkıp, jeopolitik bir karşıtlık zeminine dönüştü. Sosyalizmden sapıp nihayetinde dağıldığında, geriye yalnızca tarihsel bir miras ve bazı hayaller kalır; bu miras, giderek kapitalist bir düzenin mekanizmalarına entegre olan uzay araştırmalarının gerisinde silikleşir. Artık uzay, bilimsel bir keşif alanı olmaktan çıkar, yalnızca bir metadır.
Sovyetler’in dağılmasıyla birlikte yalnızca siyasal dengeler değişmedi; uzay çalışmalarının yönü de değişti. Neoliberal politikaların etkisiyle NASA gibi kamu kaynaklı kurumların iç yapısı ve işleyişi yeniden biçimlendirildi. Uzay araştırmaları artık yalnızca ağırlıklı olarak propagandasıyla da sınırlı kalan “bilim için bilim” veya “insanlık için keşif” amacıyla yapılma meselesinden tamamıyla bağını koparır; kamu-özel ortaklıkları, bütçe kısıntıları ve ticari anlaşmalar çerçevesinde planlanmaya başlanır. NASA, zamanla hem teknolojik üretimin hem de projelendirmenin önemli bir kısmını şirketlere devreder; böylece uzay araştırmalarının dili yavaş yavaş, rekabetin diliyle, piyasanın diliyle örtüşür. NASA’nın en çok kaynak aktardığı sermaye gruplarının savaş sanayisinin gözde kurumları olması da bunun çok açık bir göstergesi.
Bu yeni dönemin yıldızları artık astronotlar değil, sermayenin “parlak yüzlü” çocuklarıdır. Elon Musk’ın SpaceX’i, Jeff Bezos’un Blue Origin’i, Richard Branson’ın Virgin Galactic’i... Bu şirketler sadece roket üretmiyor, aynı zamanda uzayı bir “hizmet” olarak satıyor: Uydularınızı fırlatmak mı istiyorsunuz? Bilet alın. Ay’a turistik seyahat mi düşünüyorsunuz? Rezervasyon yaptırın. Bilimsel deneylerinizi mikro yer çekiminde test etmek mi istiyorsunuz? Fiyat listesi hazır.
Bu sadece uzay araştırmalarının niteliksel dönüşümü değil, genelinde bilimsel araştırma alanlarının tamamını kapsayan bir dönüşümün sonucu. Artık hangi deneyin yapılacağına bilim insanları değil, “yatırımcılar” karar veriyor. Kolektif merak, insanlığın yararına katkı hayal oldu; bilimsel çalışma kâr getirip getirmeyeceğiyle ölçülüyor. Bilimsel risk metodsal ya da teknik bir mesele değil; finansal riskle aynı kefede artık. Ve bu yeni düzende bilgi, toplumun ortak mirası değil, şirketlerin fikri mülkiyeti…
Türkiye de bu küresel dönüşümün dışında değil. 2023’te kamuoyuna büyük bir reklam kampanyası eşliğinde sunulan Alper Gezeravcı’nın uzay yolculuğu, kamuoyuna “bilimsel bir sıçrama” gibi pazarlansa da gerçekte Axiom Space adlı özel bir Amerikan şirketiyle yapılan ücretli bir anlaşmanın ürünüydü. Kamu kaynaklarıyla finanse edilen bu görev, yalnızca sembolik bir varlık gösterisi olmanın ötesine geçemedi. Ne deneylerin şeffaflığı, ne bilimsel çıktılar kamusal tartışmaya açıldı. Uzay, burada da bir halk projesi değil, bir vitrindi. Kamuoyuna 'yerli ve milli' etiketleriyle sunulan bu projeler, gerçekte dışa bağımlı teknolojilerle örülü bir vitrin ekonomisinin parçasıydı. Üstelik bu vitrinin ardında, savaş sanayisi ile iç içe geçmiş politikalarla bilimsel araştırmaların fonlanmasından sorumlu kamu kurumu TÜBİTAK’ın gizli sözleşmeleri, teknoloji transferi adı altında özel firmaların teşvik edilmesi ve bilimsel çalışmanın “stratejik sektör” adı altında ticarileştirilmesi yatıyordu.
Oysa uzayın geleceği, teknik gelişmelerle roket teknolojisinde değil; onu kim için, ne amaçla kullandığımızda gizli. Bugün Mars’a koloni kurmak isteyenlerin motivasyonu, insanlığın hayatta kalma umudu değil, Dünya’daki krizi kâra çevirmenin yollarını aramak, krizlerin koşullarını mistifikiye etmek. İklim felaketlerinin, ekonomik krizlerin, emperyalist paylaşım savaşlarının ortasında yaşanan bu kaçış planları; sorunun esas kaynaklarının kaldırılmasının değil, “sermaye ile kurtuluş” arayışına dönüşmüş durumda.
Uzay madenciliği adı altında Ay ve asteroitlerin kaynaklarına da göz dikilmiş durumda. Doğal kaynakların ticarileştirilmesinde sınır tanımayan kapitalizm, şimdi uzayın zenginliklerini özel şirketlerin mülkiyetine açmaya hazırlanıyor. Benzer biçimde, uzay turizmi de elit sınıflar için bir statü ve gösteri alanına dönüşüyor. Milyonlarca dolarlık biletlerle yapılan bu yolculuklar, bilimi toplumsallaştırmak yerine daha da ayrıcalıklı hale getiriyor; bir zamanlar kolektif hayal olan uzayı, lüks bir deneyim nesnesine indiriyor.
Star Wars’un hayal ettiği galaksiler arası özgürlük savaşları bile bugün yerini, şirket logolarının damgasını vurduğu tekeller arası pazar savaşlarına bıraktı. Güç kiminle olacak? Soru hâlâ geçerli, ancak cevap, toplumun elleri yerine yatırımcı portföylerinde aranıyor.
Uzay, artık sermayenin ellerinde şekillenen bir ticaret arenası. Uzay çalışmaları da sadece kazanç ve itibar peşinden koşanlar için değil, tüm insanlık için bir umut olmalı. Yeryüzündeki kolonyal emellerini uzaya taşıyanların karşısında, gökyüzünü de özgürleştirecek bir kurtuluş tahayyülü… “Güç bizimle olsun.”
Evrensel'i Takip Et