24 Eylül 2021 01:00

Dr. Ali Zafer Sağıroğlu: "İklim değişikliği yeni göç nedeni"

İklim ve göç politikalarını değerlendiren Dr. Ali Zafer Sağıroğlu, “Ölümden kaçmışsa ‘mülteci’, ekonomik sebepse ‘göçmen’ deniyor. Her iki duruma neden olan iklim değişikliğine ne demeli?” diye sordu.

Fotoğraf: Flicker

Paylaş

Hilmi MIYNAT
Denizli

Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Göç Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi (GPM) Üyesi Dr. Ali Zafer Sağıroğlu, iklim ve göç üzerine sorularımızı yanıtladı. İklim göçünün, savaş ve yoksulluk temelli göç tartışmalarının çok gerisinde kaldığını belirten Sağıroğlu, kapitalist emperyalist düzenin ilerleyiş yönü ele alındığında iklim değişikliği ve buna bağlı göçün ciddi bir tartışma gerektirdiğine dikkat çekti.

70 yıl öncesinin Cenevre Sözleşmesi’nde de güncellemeye ihtiyaç olduğunu söyleyen Sağıroğlu, “Eğer ölüm korkusu ile kaçmışsa ‘mülteci’, ekonomik sebepler ile hareket ediyorsa ‘göçmen’ demek gerektiği söyleniyor. Peki ya her iki duruma da neden olan iklim değişikliği gibi kök nedenlere ne demeli” ifadelerini kullandı.

"İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNE BAĞLI GÖÇ YAŞANIYOR"

Savaş ve yoksulluk nedenli göçler göç tartışmalarının ana karakterini oluşturuyor. Öte yandan yangın, sel, kuraklık benzeri nedenler, iklim değişikliği bağlamında sıkça tartışılsa da göç bağlamında çok tartışılmıyor. İklim göçüne dair ne söylersiniz?  

İklim değişikliğinin yeni türden bir insan hareketliliğine neden olduğunu görüyoruz. İklim değişikliğine bağlı göç. Fakat bu konu diğer göç sebepleri ile o kadar içkin ki onu ekonomik ve zorunlu göçlerden ayırmak oldukça güç ve karmaşık. İçinde yaşadığımız antropojen çağında kavramlar daha da karmaşık hale gelmeye başladı. Suriye’de 2007 yılından itibaren yaşanan kuraklığın tarımsal üretimi düşürdüğü ve kırdan kente göçü hızlandırdığı için artan işsizlik ve buna bağlı hayal kırıklığının toplumsal grupların harekete geçmesine zemin hazırladığı tartışmaları var. Bu toplumsal zemin üzerine gelen “Arap Baharı”nın siyasal fay hatlarını harekete geçirdiğini ve bugünkü tablonun ortaya çıkmasında belirleyici olduğunu savunanlar az değil. Benzer bir durumun Afganistan bağlamında da tartışıldığını görmek mümkün. Ancak biz ortaya çıkan tablo içinde mağdur olan insanlara dair bir etiketlendirme peşindeyiz. Eğer ölüm korkusu ile kaçmışsa “mülteci”, ekonomik sebepler ile hareket ediyorsa “göçmen” demek gerektiği söyleniyor. Peki ya her iki duruma da neden olan iklim değişikliği gibi kök nedenlere ne demeli? Ya insanlar sınırlı kaynaklar üzerinde artan rekabet ve çatışmaların kurbanı ise buna ne diyeceğiz?   

Yetersiz de olsa Cenevre Sözleşmesi mülteci hukukunun kaynak metni niteliğinde fakat iklim nedenli göç mültecilik statüsü için gerekli nedenler arasında sayılmıyor. Yakın geleceği de düşündüğümüzde bu sözleşme yenilenmeli midir? İklim göçü uluslararası koruma sebebi sayılmalı mı ve neden?

Göç dediğimiz zaman hemen devamında kategorik alt başlıklar açıyoruz. Örneğin; ekonomik göç, gönüllü göç, zorunlu göç vb. Bu eylemlerin faillerini de bir biçimde isimlendiriyoruz. Göçmen, sığınmacı, mülteci vb. Aslında bu türden isimlendirmelerin hemen hepsi siyasi düzlemde ilerleyen kavramlar. Her biri iç içe geçmiş, sınırları muğlak daha doğrusu göçmenlerin dışındakiler tarafından tanımlanan olgular. Örneğin; Suriye’den kaçıp gelen insanlar kimine göre “savaş kaçkını” kimine göre “sığınmacı”, “mülteci” kimine göre “ekonomik göçmen”. Kimisi onların korunması gerektiğini, kimisi geri gönderilmeleri gerektiğini düşünüyor. Bayramda ziyarete gidebiliyorlarsa onlar “ekonomik göçmen”dir. Eğer ölüm tehlikesi varsa “mülteci” olmalıdır.

İnsanların doğdukları yerden ayrılmalarının sebeplerine odaklanırken daha geniş bir perspektifi kaçırıyoruz. Hiç kimse bir zor olmadan ayrılmaz doğduğu topraklardan. Çünkü her insan için doğduğu topraklar -nasıl olursa olsun- yaşanası en “iyi” yerdir. Eğer bundan daha “iyi bir yer” varsa; orası daha “Kötü hale getirilmiş” bir yerdir.

"SÖMÜRÜ TOPLUMLARA KARŞI DEĞİL DOĞAYA KARŞI DA DEVAM EDİYOR"

Antropojen çağı dediğimiz süreç insanın doğa karşısında hakimiyet kurduğu bir döneme işaret ediyor. Bildiğimiz insanlık tarihinin kabaca son 300 yılında insan, doğayı köklü ve geri döndürülmesi güç bir biçimde dönüştürüyor. Sanayileşme diye isimlendirdiğimiz bu süreç beraberinde hız, konfor ve kolaylıklar getirse de sonuçta kendi felaketinin de zeminini oluşturmuş görünüyor. 

Sanayileşmiş kapitalist toplumlar dünyanın geri kalan kısmını sadece bir tüketim nesnesi olarak görmeyi “norm” haline getirmiş görünüyorlar. Ancak sömürü sadece dünyanın diğer toplumlarına karşı değil doğaya karşı da devam ediyor. “Merkezdeki” sanayileşmiş toplumlar bir taraftan dünyanın geri kalanını yaşanmaz hale getirirken diğer taraftan doğayı da geri döndürülemez bir yıkıma doğru sürüklemeye devam ediyor. Kapitalizm sadece bir bölgeye has bir durum değil. İrili ufaklı her bölgedeki vahşi tüketme arzusu, ne pahasına olursa olsun “üretme” şehvetini tetikliyor. Ancak hem sürecin sürükleyicisi hem katalizatörü hem de en büyük pay sahibi olarak “kabahati” tüm dünyaya eşit biçimde dağıtmak da konunun odağının kaymasına neden olacaktır. 

Kyoto Protokolü olarak bilinen “Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi”ne ABD’nin taraf olmamasının temel sebeplerinden biri de budur. Bu tavır sadece dünyanın geri kalanındaki toplumlara karşı değil, doğaya karşı da hiçbir sorumluluk kabul etmemenin açık bir kanıtı olarak okunmalıdır. Küresel ısınmaya neden olan karbon salınımının şampiyon ülkesi konu sorumluluklara gelince kendini geri çekebilmektedir. Böylesine ikiyüzlü ve riyakar bir tutumun diğer uluslararası sözleşmelerde de geçerli olmadığını düşünmek mümkün müdür?

"KAPİTALİST ÜLKELERİN BU KONUDA ‘AHLAKİ BİR ÜSTÜNLÜĞÜNDEN’ BAHSEDİLEMEZ"

Benzer biçimde İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’nin girişimi ve öncülüğünde hayata geçirilen 1951 Cenevre Sözleşmesi de bugün sorgulanması gereken bir konumdadır. Gelişmiş emperyalist aktörlerin neredeyse hiçbir sorumluluğu üzerine almadıkları bugünkü küresel düzlemde, 70 yıl önceki dünyanın gerçekleri üzerine kurulmuş bu protokolün tekrar değerlendirilmesi kaçınılmazdır. Bugün tüm mültecilerin sadece yüzde 15’ine ve ekonomik göçmenlerin ise yüzde 85’ine kapılarını açan kapitalist ülkelerin bu konuda “ahlaki bir üstünlüğünden” bahsedilemez. Siyasi sebeplere bağlı zorunlu göç konusunda durum böyle iken iklim değişikliğine bağlı sığınma arayışlarında kapitalist ülkelerden bir inisiyatif beklemek ümitsizce bir girişim olarak kalacaktır.

Mevcut uluslararası koruma rejimi; savaş, iç karışıklık, ölüm tehdidi vb. zorunlu sebepler arasına iklim değişikliğine bağlı yerinden edilmeleri de eklemek konusunda oldukça isteksiz davranmaktadır. Bugün ekolojik mültecilik uygulanan bir hukuki statü değil, sadece sosyolojik bir tanımlamadır.

"2050’DE 262 MİLYON İNSAN İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ NEDENİYLE GÖÇ

İklim nedenli göçün yönünün güneyden kuzeye olacağı tahmini oldukça güçlü. Öte yandan iklim değişikliğinin önüne geçilmediği takdirde bunun önüne geçmek de mümkün görünmüyor. Avrupa iklim değişikliği konusunda ciddi tartışmalar yürütürken Afrika, Asya ve Ortadoğu bu tartışmaların neresinde? Küresel bir sorunu tartışırken çözüm yaklaşımları nasıl olmalı?

Dünyada 272 milyon göçmen ve bunların içinde de 82 milyonu aşkın zorunlu göçmen olduğunu biliyoruz. Dünya Bankası tarafından yayımlanan bir rapora göre ise 2050 yılına kadar 262 milyon insanın iklim değişikliğine bağlı sebeplerle yerinden olmasının olası olduğuna işaret edilmektedir. Diğer bir ifade ile 30 yıldan az bir süre içinde dünyadaki toplam göçmen sayısı kadar insanın, iklim değişikliğinin doğrudan veya dolaylı etkileri neticesinde yerinden edileceği projeksiyonları yapılmaktadır. Dünyadaki insan hareketliliklerine bakıldığında güneyden kuzeye doğru bir eğilim olduğu yaygın bilinen bir gerçektir. Ancak artan göçmen sayıları göz önünde bulundurulduğunda bu istikametin de çeşitlendiği ve sayıların hafife alınamayacak seviyelerde olduğunu söylemek mümkündür.

"İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ ORTADOĞU, AFRİKA VE ASYA ÜLKELERİNİ DERİNDEN ETKİLEYECEK"

Genel olarak ekonomik motivasyonlar ile hareket edenlere karşı seçici bir tavırla açık olan “kuzeyin kapıları” konu zorla yerinden edilenlere gelince bir “kaleye” dönüşmektedir. Tüm mültecilerin yüzde 85’i gelişmekte veya gelişmemiş ülkelerde ancak kendilerine yer edinebilmektedirler. Hal böyle iken, iklime bağlı yerinden edilmelerden dolayı sığınma arayışına girecek olanların kendilerine mevcut uluslararası koruma rejimi içinde yer edinmeleri çok zor görünmektedir.

Küresel tabakalaşmanın eşitsizlikleri ve adaletsizliklerinin yanında ekolojik dengesizliklerin de sonuçlarından en ağır biçimde etkilenen ülkeler yine kapitalist devletlerin dışında kalanlar. İklim değişikliğinin ağır etkileri ekvatora yakın bölgelerde daha çok hissediliyor ve hissedilmeye devam edecek. Bu durum zaten ekonomik, siyasal ve toplumsal düzensizlikler içinde boğuşan başta Ortadoğu olmak üzere Afrika ve Asya ülkelerini derinden etkileyecektir. Ortaya çıkan tablo ve göç hareketlerinin yönü göz önüne alındığında ise Türkiye’nin bu tablonun etkilerinden kendisini uzak tutması olası gözükmemektedir. Güneyden kuzeye yönelen hareketlilik artarken kuzeyden güneye olan tahammül azalmakta, dışsallaştırma çabaları ise artmaktadır. Bu durumda Türkiye gibi geçiş ülkelerinin göç karakteri de transitten hedef olma yönüne doğru evrilmektedir. Buna ek olarak Türkiye’nin iç göç karakterinin ise iklim değişikliğine bağlı olarak nasıl şekilleneceği sorusu cevaplanmayı bekleyen sorular arasındadır. 

ÖNCEKİ HABER

ODTÜ Öğrencileri: Türkiye gençleri başını sokacak bir yer bulmakta bile zorlanıyor

SONRAKİ HABER

İHD İzmir Şubesi, Buca Çevik Bir Meydanı’nın isminin değiştirilmesini talep etti

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...