24 Haziran 2017 00:18

Macron, Avrupa’nın ve neoliberalizmin umudu

Avrupa'nın Gündemi'nde bu hafta Fransa Cumhurbaşkanı Emmanıel Macron'un OHAL sürecini uzatma süreci ve Londra yangını sonrası gelişmeler yer alıyor.

Paylaş

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, geçtiğimiz pazar seçilen milletvekilleriyle, yeni kurulan Mecliste OHAL’in tekrar uzatılmasını onaylayacak. 13 Kasım 2015’den bu yana OHAL rejimiyle yönetilen Fransa’da insan hakları örgütlerinin “ebedi OHAL” ın hayata geçirilmesine karşı tepki göstermelerinden dolayı Macron, seçim kampanyası sürecinde OHAL’ı kaldıracağını ilan etmişti. Fakat Londra, Manchester ve Paris saldırılarından sonra OHAL’ı “son bir defa” daha uzatmaya karar verdiğini açıkladı. 

OHAL, 1 Kasım’a kadar uzatılacak fakat daha da kötüsü hükümetin onayladığı yeni “terörle mücadele” yasasında OHAL’a özgü istisnai güvenlik önlemlerinin önemli bir kısmı yasallaştırılarak “normalleştirilecek”. Eğer yasa tasarısı Meclisten geçerse adı OHAL olmayan OHAL rejimi artık olağanüstü değil, olağan olacak. 

MACRON’UN KAZANMASINA EN ÇOK ALMAN SERMAYESİ SEVİNDİ

Mecliste çoğunluğu ele geçiren Macron’un ilk hayata geçirmek istediği yasalardan birisi iş yasasında önemli değişikler içeriyor. Macron’un kazanmasına en çok sevinen Alman sermaye çevreleri ve politikacıları da gündeme gelecek yasa tasarılarını büyük bir mutlulukla izliyorlar. Gazeteler, şimdiye kadar Berlin’de Macron kadar takdir edilen bir Fransız politikacısı olmadığını yazdılar. Alman Junge Welt gazetesi ise, bunun bir nedeninin, Almanya’nın işçi haklarına yönelik saldırı anlamındaki tasarruf dayatması olduğuna değindi.

GRENFELL YANGINI NEOLİBERALİZMİN ÇÖKÜŞÜ

Öte yandan İngiltere’de azınlık hükümeti kurarak başbakan koltuğunu inatla terk etmeyen Theresa May, anketlere göre her geçen destek kaybediyor. Erken seçim olması halinde İşçi Partisi Lideri Jeremy Cobryn’in kazanmasına kesin gözüyle bakılıyor. Geçen hafta Londra’da yaşanan Grenfell Tower yangınından sonra en az 79 kişi hayatını kaybetti ve Britanya halkı yangının neoliberalizme, özelleştirmeye ve kemer sıkma siyasetine bağlıyor. Tepkiler bu yüzden Muhafazakar hükümete yönelmiş durumda. 

Guardian gazetesinin tanınan köşe yazarı Owen Jones, “neoliberal düzenin çöküşünü en iyi temsil eden olay Grenfell Tower yangını” diye açıkladı ve sistemi anlamak için Grenfell Tower’a bakmak gerektiğini belirtti.


BERLİN’İN PARİS’TEKİ ADAMI

Jörg KRONAUER
Junge Welt

Deutsche Welle, (Fransa Cumhurbaşkanı) Emmanuel Macron’un Alman siyasi ve sermaye çevreleri tarafından en sevilen adam olduğunu yazdı. Gerçekten de şimdiye kadar hiçbir Fransız politikacı Alman egemenlerinin böylesi desteğini almamıştı. Tabi ki bunun nedenleri var. Biri Almanya’nın kemer sıkma politikaları ve işçi haklarına yönelik saldırılarının Macron tarafından Fransa’da hayata geçirilecek olması. 
Fransa kriz içinde. Ekonomi yıllardır ayağa kalkamıyor. İşsizlik oranı genelde yüzde 9.6, gençler arasında yüzde 21.7. Yoksulluk artıyor. Bu durumun nedenleri değişik ama nedenlerden biri Ren nehrinin doğusundaki komşu. Almanya 21. yüzyılda tasarruf politikasıyla, Ajanda 2010 ve Hartz yasalarıyla, AB üyesi diğer ülkelere, özellikle de Fransa’ya fark atarak ekonomisini dengede tuttu, hatta güçlendirdi. Almanya’da, Fransız sanayisinin de sırtından, ihracat patlaması yaşandı. Almanya, ekonomik gücüyle AB içinde politik önderliğe yükseldi. Ekonomik açıdan baskıcı, politik açıdan dominant Almanya, komşularını ezerek yükseldi ve kendini hiç de sevilir yapmadı. Buna uygun olarak geçen yıllarda sayısız Fransız politikacısıyla gerilimler yaşandı. 

Alman bakış açısıyla Macron’un en sevilen tarafı Berlin’in ekonomik taleplerine boyun eğeceği sözünü vermesi. 2010-2011 kriz yıllarında Merkel, Alman kemer sıkma planlarını Sarkozy’ye kabul ettirebilmek için az çaba harcamamıştı. Sarkozy, 2012 seçim yılında inadı bıraktı ve o zamanki partisi UMP’nin delegelerini Berlin’e göndererek UMP seçim programı hakkında görüş alışverişinde bulunmalarını sağladı. Daha sonra da Eski Başbakan Gerhard Schröder’i Elize Sarayı’na davet ederek Ajanda 2010 hakkında detaylı bilgi aldı. Ama Hollande karşısında seçimleri kaybetti ve Alman-Fransız iktidar mücadelesinde yeni tur başladı. Kısa bir süre sözde direnen Hollande, daha sonra açıkça Almanya’nın tasarruf planına karşı çıkan Ekonomi Bakanı Arnaud Montebourg’u görevden aldı ve yerine Emmanuel Macron’u getirdi. Macron, Alman modeline uygun iş piyasası reformunu (Loi Macron) hazırladı, bu sözde reform halkın büyük direnişiyle karşılaştığı için Fransa Anayasası’ndaki bir maddeye dayanarak kanun hükmünde kararnameyle uygulamaya sokuldu.  

NEOLİBERAL ‘REFORMLAR’

Macron, Federal Hükümet tarafından teşvik edildiği bu politikayı sürdürmekte kararlıydı. Ocak ayı ortasında Berlin’de yaptığı bir konuşmada Ajanda 2010 gibi “reformları” bire bir Fransa’ya taşıyacağını belirterek; “Almanya’ya güveniyorum.“ dedi. 16 Mart’ta Merkel tüm medyayı harekete geçirerek Macron’u görücüye çıkardı. Merkel ve Gabriel’le basın toplantısının ardından Berlin’de yapılan Avrupa’nın Geleceği paneline katılan Macron’un yanında Avrupa emperyalizminin savunucularından Ünlü Filozof Jürgen Habermas oturmaktaydı. 

Nisan ayında Maliye Bakanı Wolfgang Schaeuble, “Fransız olsam Macron’u seçerdim.“ dedi. Bu kadar ilgi, hele de Schaeuble’nin de destek vermesi Avrupa ülkelerine pek de olumlu yansımadığı için Macron, Almanya’ya kafa tutar açıklamalar yapmaya başladı: Almanya’nın ihracat fazlalığının ve ekonomik gücünün tahammül edilemez hale geldiği eleştirisini yaptı. Bu eleştiri, diğer AB üyelerinden de destek gördü. Gerçek de öyleydi zaten; Alman ihracat fazlalığı geçen yıl 35 milyar avro olmuştu. 

Lafla Almanya’yı bazı yönlerden eleştiren Macron, attığı reel adımlarla ise Alman neoliberal sisteminin takipçisi olduğunu göstermekteydi. Macron, tek tek işletmelerde çalışma süresini uzatabilmek ve ücretleri azaltabilmek için TİS’leri delmek istiyor. İşyerlerindeki belli komisyonların yapıları değiştirilerek sendikaların gücü yok edilmek isteniyor. İki hafta önce Le Parisien gazetesi iş piyasasını daha da kuralsızlaştıracak gizli bir planı yayınladı. Buna göre iş ilişkilerinde köklü değişimler gündeme getirilecek. Macron, tüm bunları kanun hükmündeki kararnamelerle çıkaracak, son seçimlerde çoğunluğu ele geçirdiği için de parlamento aracılığıyla uygulamaya sokacak. Böylesine önemli kararlarda demokratik işleyişin yerini KHK’ların alması Merkel’i hiç rahatsız etmiyor. Berlin, Macron’a her türlü desteği vereceğini çoktan açıkladı. Alman Bilim ve Politika Vakfı’nın (WPI) dış politika uzmanı Ronja Kempin, “elinde dayanıklı, meclisi görmezden gelecek, araçlar olan” Macron’u övdü. Kempin, en büyük sorunun Macron’un kitlesel sokak eylemlerini aşıp aşamayacağı olduğu endişesini ifade etti. Bunun cevabını ise yaz ve ilkbaharda Fransız sendikaları verecek... 

(Çeviren: Semra Çelik)


FRANSIZ DANIŞTAYI TERÖR YASASINI ONAYLADI

Jean-Baptiste JACQUIN
Le Monde

Yeni kurulan Edouard  Philippe hükümetinin ilk işi, 22 Haziran perşembe günü ilk bakanlar kurulunda “iç güvenliği ve terörizme karşı mücadeleyi güçlendiren” yasa tasarısını tartışmak oldu. Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve başbakanı tarafından belirlenen hedef, 6. defa uzatılan Olağanüstü Hal’den 1 Kasımdan itibaren çıkabilmek için terörü engelleme yasal cephaneliğini güçlendirmektir. OHAL önlemlerinden esinlenen hükümetin projesi son yıllardaki birçok yetki ve aracı yargının elinden polislere teslim etme eğilimini güçlendiriyor. Biraz esnekleştirilmiş ev hapsi, elektronik kelepçe ya da kimi kişilerle görüşmenin yasaklanması gibi yetkiler, bu yönlü kayışın sadece bir kaç örneği. Bugüne kadar cezai yaptırımlar, ceza uygulanmasının uyarlanması ya da adli denetimin sağlanması gibi yargının yetkileri arasında olan tüm bu önlemler artık İçişleri Bakanlığı tarafından kararlaştırılacak. Cumhuriyet savcısını “bilgilendirmek” yetecek. Fakat yasa tasarısının 7 Haziran’da Le Monde gazetesinde yayınlanmasından sonra, yargının ekarte edilmesine karşı yapılan birçok eleştiriye cevap vermek için hükümet, Danıştay’ın ilk görüşlerini dikkate almak zorunda kaldı. 14 Haziran’da Danıştay’a sunulan yeni versiyona göre valiler hâlâ ev baskınlarına karar verebilecekler fakat bu sefer gözaltı hakiminin (JLD) onayı ve denetimi altında olması gerekecek. Diğer yandan bu hakim, terörle mücadele savcılarıyla çalışmaya alışkın olan Paris mahkemesine bağlı bir JLD olmalıdır ve ev baskınları esnasında alınan bilgisayar ve telefonların incelenmesi için onun izin vermesi gerekir. 

OHAL rejiminde valinin bu izin için idari mahkemeye başvurması gerekiyordu. Barış koşulları ve OHAL’in dışında valilere asla bu kadar idari polis yetkisi verilmemişti. Gerekliliği kanıtlandığı koşullarda 20.00 ile sabah 06.00 arasında da artık ev baskınları yapılabilecek. Yargıçlar Sendikasına göre, yasa tasarısına JLD’nin eklenmesi “devamlı bir OHAL’i hayata geçirmek için sadece basit bir bahane”. İçişleri Bakanı Gerard Colomb ise, 21 Haziran’da Le Figaro gazetesine verdiği bir mülakatta kalıcı bir OHAL’in inşa edildiği fikrini reddetti. Ona göre yasa tasarısındaki önlemler OHAL’in önlemlerinden “daha az sınırlama” getiriyor ve “uygulamaları daha isabetli ve daha fazla denetime açık”. 
Lyon şehrinin (eski) belediye başkanına göre “Fransızların en azami güvenliğini sağlamaya çalışıyoruz ama özgürlüklerimiz aleyhine değil”. Bu fikri Danıştay da paylaşıyor (...) ve verdiği kararla OHAL’in önlemlerininin yasalaşmasının önünü açtı. Ona göre terörü engelleme gerekliliği ile hak ve özgürlüklere saygı göstermeyi “bir arada tutma meselesi dengesiz değildir”. (...) Ona göre bu önlemler teröre karşı mücadelede başarılı olabilir ve bu mücadele dışında yürürlüğe sokulamaz. (...)

Hükümet bu önlemlerin sürekli olmasını öngörürken, Danıştay bunların 6 ay ya da 1 yıllık sürelerle sınırlı olmasını öneriyor. İbadethaneleri kapatma, büyük etkinler için (konser, sportif etkinlikler vs...) geniş alana yayılan güvenlik önlemlerinin alınması ya da tüm elektronik cihazların şifrelerini verme zorunluluğu gibi yasa tasarısının diğer öne çıkan önlemleri konusunda ise 7 Haziran’da sunulan versiyonda herhangi bir değişiklik önerisi olmadı. 

Öte yandan yasanın tüm önlemleri konusunda istendiği zaman Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuruda bulunabilinir. OHAL koşulları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin denetimini engellemesinden dolayı bu durum daha fazla tercih ediliyor. 

(Çeviren : Deniz Uztopal)

****


ESKİ MUHAFAZAKAR DÜZEN ÇÖKÜYOR, GRENFELL BİZE BUNU GÖSTERDİ

Owen JONES
The Guardian

Britanya'nın eski düzeni çöküyor. Bunu en fazla hissedenler, düzeni destekleyenler; örneğin sağcı basın. Bu hafta The Sun gazetesi (cinsiyetçi, sağcı, düzen yanlısı bir gazete) okuyucularına sosyalizmin kötü yanlarını görmesi için çağrıda bulundu. Panik yapmakta haklılar çünkü The Sun gazetesinin okuyucuların yüzde 30’u Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi’ne oy verdi. YouGov anket şirketinin araştırmalarına göre halkın yüzde 43’ü, gerçek sosyalist bir hükümetin Britanya’yı daha iyi yaşanır bir ülke haline getireceğini düşünüyor, yüzde 36’sı aksini savunuyor. Geleceği temsil eden, genç Britanyalılar özellikle de genç işçi sınıf seçmenleri Corbyn’in yeni işçi partisini kararlı bir şekilde destekliyor.

Margaret Thatcher’in Muhafazakar Partisi’nin yarattığı neoliberal politik sözleşme artık dağılıyor. İşçi Partili Başbakan Clement Atlee’nin kurduğu savaş sonrası sosyal demokrat sözleşme de 1970’lerde bu şekilde dağılmıştı. 

Atlee’nin başını çektiği kamulaştırma, zenginlerin daha fazla vergi ödemesi ve güçlü sendika politikaları, daha önce görülmeyen bir şekilde yaşam kalitesinde yükseliş ve ekonomik kalkınma getirdi. Fakat, petrol fiyatlarındaki yükseliş ve Bretton Woods olarak bilinen uluslararası finans anlaşmasının çökmesi, o dönemin sonunu getirmeye yardımcı olmuştu. O zaman böyle bir çöküşün yaşanacağı gittikçe daha belirginleşmişti; her yerden ip uçları belli oluyordu. O sosyal demokrat düzeni korumak isteyenler tarihi akışın karşısında eli kolu bağlı kalmıştı. (...)

SUDAN BAHSETMEDEN YAĞMURU ANLAMAYA ÇALIŞMAK

Bizim şu anda yaşadığımız neoliberal düzenin çöküşünü en iyi temsil eden olay kesinlikle Grenfell Tower yangını. Bu insan-yapımı facianın “politikleştirilmesine” karşı sağcı kesim itiraz ediyor, fakat bu felaketin politikasından bahsetmemek, sudan bahsetmeden yağmuru anlamaya çalışmak ya da bir hastalığı anlamak isterken biyolojiden söz etmemek gibi olur.

Muhafazakarlar, Napolyon savaşlarından beri maaşları en fazla düşüren bu düzeni zorla ayakta tutmaya çalışıyor; kamu hizmetlerinde düşüş, özelleştirilmiş yetersiz kamu hizmetleri, “insanlık krizi” yaşayan bir sağlık sistemi ve gittikçe yükselen bir borç var. 
Milyonlarca vatandaşına, uygun fiyata, rahat ve güvenli konut bile sağlayamıyor. Çoğunluğun ihtiyaçlarına ve isteklerine karşılık vermekten aciz. Sağcılar ikilem içinde kaldı. Ya aynı tutuma devam edip kendi başarısızlığını ve gittikçe reddedilen bir sistemi ideolojik bir argümanla savunacak, ya da başarısızlığını kabul edecek. Kırk sene önce İşçi Partisi de aynısını yapmıştı. 1977’de İşçi Partili İngiltere Başbakanı James Callaghan, Keynes ekonomisini reddetmiş ve bundan sonra “ekonomik düşüşden para harcayarak çıkmanın mümkün olmadığı”nı ve bunun sadece “ekonomiye daha fazla enflasyon enjekte ederek mümkün” olduğunu söylemişti. Muhafazakarlar şimdi kesintileri bırakıp yatırımı tercih edebilir; fakat düşmana karşı kendi başarısızlığını kabul etmek eskiden İşçi Partisi’ni kurtarmaya yetmemişti.

Savaş sonrası sözleşmeyi reddetmek isteyen ama imkansız olduğunu düşünen Muhafazakar milletvekilleri vardı. Margaret Thatcher’in yaptığı siyaset seçimlerde kazanımlar getirince, onlarda fikirlerini değiştirdi. Yön değiştirmeye zaten hazırdılar. İşçi Partisi’nde benzer bir süreç yaşanıyor şu anda. Aynı zamanda mevcut politik düzene karşı çıkmanın mümkün ama yanlış olduğunu düşünen Muhafazakar siyasetçiler gittikçe kendi partilerinde marjinalleşmişti. Tabii sonra -aynen daha önce Muhafazakarların Atlee'nin yarattığı yeni sosyal düzeni kabul etmek zorunda kaldığı gibi- İşçi Partisi de yeni bir sosyal düzenin temel ilkelerini kabul etmek zorunda kalmıştı.

Ama yine de gevşememek lazım. İşçi Partisi’nin iktidar ve Jeremy Corbyn’nin başbakan olması kaçınılmaz bir sonuç değil. Ama İşçi Partisi’nin liderinin parlamento dışı bir değişim teorisi var. Yasal değişiklikler önemli ama toplumsal değişimin sadece birkaç siyasetçinin tepeden vereceği karardan ibaret olduğuna inanmıyor. Halkın, kendi mahallesinde ve iş yerlerinde kitle halinde yetkilendirilmesi ve siyasetle ilgilenmeleri gerektiğini savunuyor.

Britanya’da mevcut düzeninin çıkarlarını savunanlar çok politikleşmiş ve harekete geçmiş bir toplumdan korkuyor. 
Sosyal düzenimiz sallantıda, ama uzun bir süre yavaş yavaş dağılarak acı sonuçlar verebilir. Adaletsizliğe ve eşitsizliğe karşı bir toplum yaratılabilinir. Fakat bunu sadece Britanya’nın tarihinde ki en büyük kitle hareketi gerçekleştirebilir.

(Çeviren: Çınar Altun)

ÖNCEKİ HABER

Türk Metal, MESS sözleşmesi için anket dağıttı

SONRAKİ HABER

Bayram sofrası için öneriler

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa