12 Kasım 2016 04:39

Donald Trump’ın zaferi Avrupa’yı sarstı

Avrupa basınının bu haftaki ana gündemi, milyarder İş Adamı Donald Trump’ın ‘beklenmedik’ seçim zaferi ve ABD’nin 45’inci başkanı olmasıydı. 

Paylaş

Donald Trump’ın ABD başkanı seçilmesini endişe ile karşılayan Alman basını, bunu ‘tehlikeli’ olarak değerlendirdi. Fransa basınında Trump’ın seçim kampanyası sürecinde ABD’nin dış politikası ve askeri politikasına, özellikle de NATO’nun yeniden yapılandırılmasına dair yaptığı açıklamaların tüm müttefik ülkeler içinde kaygı doğurduğuna dikkat çeken yazılar yayımlandı. 
Trump’ın zaferi İngiltere’de ise Brexit (Britanya ülkelerinin AB’den ayrılması) sonucu gibi ülkeyi sarstı ve var olan belirsizliğe bir yenisini ekledi. Trump’ın zaferinin Ortadoğu’yu nasıl etkileyeceği de tartışma konuları arasındaydı. 

(SOL) LİBERAL KÜSTAHLIK

Michael STREITBERG
Junge Welt

Akla hayale gelmeyen, getirilmek istenmeyen  gerçekleşti, şimdi korku, şaşkınlık çığlıkları atılıyor. Donald Trump’ın ABD başkanı olmasından duyulan korku haksız değil. Irkçı, kadın düşmanı ve şovenist açıklamaları ve özellikle de bunlar nedeniyle kitlelerin beğenisini kazanması, sol çevreler ve demokratlar için alarm sinyaliydi. 
Bunun yanında şimdilerde öfkeyle Trump seçmeninin aptal ve cahil olduğunu söyleyip onları aşağılayanlar da Trump’ın başkan seçilmesine katkı sundu.  
Liberal sol ve sol çevrelerin büyük bir kısmı yıllardan beri politik çalışmalarını kültür savaşları ve gittikçe gerçek dışı görünen kimlik politikasıyla sınırlandırdılar. Kendilerini olabildiğince hoşgörülü ve dünya vatandaşı sayan akademisyenler ise ahlaki üstünlüklerini kilise ayinlerinde baş papazın taşıdığı efkaristiya gibi herkesin üstünde taşıdılar. Çok sayıda ilerici günlerini Facebook, New York Times ve herhangi sevdikleri bir medya organının filtre balonundan geçirdiler. Sürekli birilerini bir şeye karşı uyarmak, ve kadın ve erkekler için ortak kullanılabilecek birbirinin aynı tuvaletler için mücadele ettiler. Üniversite seminerlerinde beyaz erkeklerin de rasta tarzı saç taşıyıp taşıyamayacağı üzerine tartıştılar. Korumasız, sigortasız işlerde çalışan, Obamacare sağlık sistemi nedeniyle  (Olmayan sağlık sigorta sistemi) çocuklarının ve kendilerinin sağlıkları tehlikede olan milyonların sorunları onları ilgilendirmedi. Sol’un büyük bir kısmının 1980’lerde ‘Elveda proleterya!’ demesi onlara kendi paralel dünyalarını rahatça kurma olanağı sundu.
Artık sanayinin tamamen yok edildiği Rus Belts veya Amerika’nın kırsal kesimlerinde her gün ölüm kalım mücadelesi verenler ise sol liberal kültür ve medya elitlerinden, hele de Hillary Clinton’dan bir şey beklenemeyeceğini çok iyi biliyordu.  
Bunların hangisi Wall Street ve büyük sermaye tarafından milyonlarca dolar bağış ile desteklenen Washington siyasi aristokrasisinin bir temsilcisinin onlara iyi yaşam koşulları sunacağı vaadine inanırdı ki?
Halbuki Demokrat Parti ön seçimlerine, Hillary Clinton’un rakibi olarak katılan Bernie Sanders, sade vatandaşın kaygılarını anlayan, çözüm önerileri getiren, kararsızlaştırma ve serbest ticarete karşı eleştirel bakan bir adaydı. Seçim kampanyasının odağını sosyal sorunlar olarak oluşturmaktaydı. Hiç de şaşırtıcı olmayan şekilde kendi partisinin yöneticileri  tarafından kirli hilelerle devre dışı bırakıldı.
Milyarder ve demagog Trump, Sanders’ın yerine Washington’a duyulan öfkenin hasadını topladı. Trump, seçimlerden bir gün önce ciddi ciddi Amerikan işçi sınıfından oy istedi ve kimsenin aklına bunun kara mizah olarak algılanması gerektiği gelmedi… 
Tabii ki sadece işçiler değil çok sayıda tanınmış kişi ve zengin de Trump’a oy verdi. Trump’ın seçimlerden galip çıkması fiyaskosundan çıkarılacak ders toplumsal mücadelelerin, homofobinin, kadınlara yönelik ayrımcılığın ve diğer gerici ideolojilerin birbirine karşı kullanılamayacağı olmalı.  
Aksine, sol artık kendini iyi hissettiği, herkesin aynı dili konuştuğu filtre balonlarından ayrılıp sokağa, grev nöbetlerine geri dönmeli. Toplumsal iktidar ilişkilerini değiştirmek için mücadele edenlerin, şimdilerde Trump’a oy veren çok sayıda seçmenin kalp ve beyinlerine erişmeyi göz ardı edemeyeceği açıktır.  

(Çeviren: Semra Çelik)

BALTIK ÜLKELERİ NATO’NUN ROLÜNÜN DEĞİŞMESİNDEN TEDİRGİNLİK DUYUYORLAR

Jean-Pierre STROOBANTS
Olivier TRUC
Le Monde 

BALTIK devletleri diplomatik olarak dikkatli davranmaya özen gösterdiler. 9 Kasım Çarşamba günü Estonya, Letonya ve Litvanya başkanları, Donald Trump’ı zaferinden dolayı kutlayıp, ortak savunma ve terörizme karşı mücadele konularında ABD ile var olan yakın ilişkilerinin daha güçlenmesini umut ettiklerini belirttiler. Rusya’ya karşı en ön cephede yer alan Litvanya Devlet Başkanı Dalia Grybauskaite, “En güçlü ve en yakın müttefikimiz olan ABD’ye güveniyoruz” diye açıklama yaptı. Fakat bu söylemler, Beyaz Saray’a seçilen Trump’ın, adayken yaptığı konuşmaların doğurduğu tedirginliği silmeyi amaçlıyor. 
NATO’nun merkezi Brüksel’de ise, 2004 yılında ittifaka üye olan söz konusu ülkelerin diplomatları, aday Trump’ın NATO’yu yeniden örgütlemek istediğini ve Baltık ülkelerinin savunulmasının, bu ülkelerin ittifaka karşı askeri yükümlülüklerini yerine getirip getirmediklerine ve savunmaya ayırdıkları devlet bütçesinin yeterliliğinin değerlendirilmesine bağladığını hatırlatıyorlardı. Böylelikle aslında NATO’nun en temel ilkesi, yani tüzüğünün 5. maddesinde belirtilen ‘Bir üyeye yapılan saldırının tümüne yönelik saldırı anlamına geldiği’ ilkesi gözden geçirilmiş oluyordu. 
Uzun zamandır Washington’un baskısına maruz kalan Avrupa ülkeleri, savunma bütçelerinin düşürülmesini sonuçta durdurmuşlardı. Fakat asgari sınır olarak belirtilen GSYİH’nin yüzde 2’sine ulaşan ülke sayısı çok sınırlıdır. Bu orana sadece Polonya, Yunanistan, Birleşik Krallık ve Estonya ulaşabiliyor, Fransa ise çok az bir oranla sınırın altında. Yazın Barack Obama; “Bu konuyu konuşmamız gerekiyor” demişti. 
Sonuçta ABD’li Cumhuriyetçiler, Avrupalıların verdikleri sözleri yetersiz olarak değerlendiriyorlar ve ortak çabanın daha uygun olarak “paylaşılmasını” savunuyorlar. Bunlardan birisi, Newt Gingrich, Trump’ın destekçisi ve adı dışişleri bakanı olabilecekler arasında sayılan bir kişi, “Saint Petersburg’un bir mahallesi” olarak değerlendirdiği Estonya’yı savunmak ve “Bir nükleer savaş riskinin alınmasının” ülkesi için bir zorunluluk olmadığını ifade etmişti. Ondan sonra kimi Baltık yöneticileri kendi vatandaşlarına seslenerek Cumhuriyetçi senatörlerin ülkelerinin savunulmasından sorumluluk duyduklarını ifade ederek var olan kaygıları yatıştırmaya çalışmışlardı. Onlara göre Trump bu sözlerle sadece seçmenleri etkilemek istemişti ve bunlar hayata geçmeyecek sözlerdi. Cumhuriyetçi adayın bu açıklamalarından sonra Demokrat Başkan Yardımcısı Joe Biden buraya gelmiş ve Baltık devlet başkanlarının kaygılarına cevap vermek için milyarder adayın sadece kendisini temsil ettiğini ve neden bahsettiğini bilmediğini belirtmişti. Daha önce de 2014’ün eylül ayında Barack Obama, Baltık başkentlerine gelmişti. NATO zirvesinden önce Amerikan başkanı, Ukrayna’nın doğusunda krizin dorukta olduğu bir dönemde ülkesinin angajmanına dair kaygıları gidermişti. Bu ziyaretten sonra Amerikan ordusu Baltık ülkelerine Abrams M1 tankları ve asker göndermişti. 
NATO’nun temmuzdaki Varşova Zirvesinde ise bu ülkeler, Rus tehdidine karşı NATO’nun yoğun bir askeri birikim yapmasını savunuyorlardı. Nihayetinde ABD ve müttefikleri caydırıcı ama sembolik önlemler almaya karar vermişti: 3 Baltık ve Polonya arasında değişimli olarak 4 tabur (4 bin asker) göndermenin yanı sıra ABD kendisine özgün yeni yatırımlar yapacaktı: Olası bir askeri operasyon için yeni altyapılar ve Polonya’da yeni bir askeri merkez oluşturma, yanı sıra “melez savaşa” (Konvansiyonel olan ile konvansiyonel olmayan yöntemlerin birlikte kullanıldığı savaşlar) karşı stratejiler geliştirme, vs… 
Bu önlemler gerektiğinde arttırılabilirdi ama bunlara paralel olarak Moskova ile diyalog da yeniden başlatılacaktı. Baltık ülkeleri de bunu prensip olarak kabul etmişlerdi. (…) Fakat Çarşamba günü “tedirgin” olduğunu gizlemeyen bir Baltık diplomat, “Eğer Trump, Vladimir Putin’in istediğini yapmasına izin vermeye karar verirse bu anlaşma bozulur” diyordu. NATO’nun Eski Sekreteri Anders Fogt Rasmussen ABD’nin yeni başkanını NATO’nun doğulu üyelerini daha ilerden korumaya davet ediyor ve “Baltık ülkeleri ve Ukrayna’nın artık ABD’nin yakın müttefikleri” olduğunu hatırlatıyordu: “Bu ülkelerin önemsenmemesinin büyük sonuçları olacaktır ve bu ABD’nin yönettiği sistemin sonunun başlangıcı anlamına gelir”. 
Rasmussen’in yerini alan Norveçli Jens Stoltenberg ise daha muğlak konuşmayı tercih etti. Sadece Trump’ı davet etmek ve güçlü bir NATO’nın “hem ABD, hem de Avrupa için iyi olduğunu” belirtmekle yetindi. Aşırı muhafazakar bir iktidarın başında olan Polonyalı başkan Andrzey Duda ise Moskova’ya karşı duyduğu tedirginlikten hareket ederek, Trump’a gönderdiği mektupta ABD’nin ülkesindeki askeri varlığını arttırma kararı aldığını hatırlattı ve “Karşılıklı yardımlaşmaya bağlı olarak yeni iş birliklerinin oluşturulmasını” umduğunu ifade etti. 

(Çeviren: Deniz Uztopal)

BİRÇOK ORTADOĞU ÜLKESİ TRUMP’IN ZAFERİNE SICAK BAKIYOR

Jane KINNINMONT
The Guardian

Seçilmiş Başkan Trump’ın yaptığı çelişkili yorumlara rağmen bölgedeki (Ortadoğu) bir çok insan onu güçlü ama içi boş ve ABD’nin düşüşünü hızlandıracak bir kişilik olarak görüyor.
Donald Trump’ın antimüslüman söylemlerine, Müslümanların Amerika’ya girişlerini engelleme isteğine ve Suriyeli mültecilere karşı yaptığı düşmanlığa rağmen Ortadoğu’da yine de destekleyeni var. Otoriter hükümetler Trump’ı kendileri gibi güçlü bir kişilik olarak gördükleri için beraber önemli anlaşmalara imza atabileceklerini düşünüyorlar.
Körfez’deki elitler sert dilli Cumhuriyetçi kişiliğin, İran’a Barack Obama’dan daha sert davranmasını istiyor. Trump, Obama’nın İran ile yaptığı nükleer program anlaşmasını “facia” ve “en kötü anlaşma” diye adlandırıyor.

Diğer taraftan Tahran düzeni de, Trump’ın seçimine sıcak bakıyor çünkü ABD’nin düşüşünü hızlandıracağını düşünüyor. Diğerleri için de, iki adayın Ortadoğu için pek fazla bir şey sunmadığı kanaati var ve ABD liderlerinin bir çoğunun aynı olduğu düşünülüyor.
Beşar Esad ve Putin, Hilary Clinton’ın Trump tarafından yenilgiye uğratılmasına seviniyor olabilir ama Meksika, İran, Japonya ve Avrupa için çok iyi bir gelişme olmadı. Trump’ın Ortadoğu’ya yönelik değişken ve çelişkili siyaseti, siyasi ve askeri tecrübesizliği ile çevresindeki dış siyaset uzman eksikliği boş bir meydan bıraktı. Trump’ın zaferini herkes kendi siyasetine göre yorumluyor.
Eğer Hillary Clinton yenseydi -geçmişte yaptığı işlere ve çevresindeki danışmanlara bakarsak- dış siyaset konusundaki duruşu ve seçim sonrası ne yapacağı hemen anlaşılırdı. Bunun tersine Trump’ın dış siyaset konusundaki duruşu pek bilinmiyor, onun dış siyaset konusundaki bakış açısına dair pek fazla inceleme yapılmadı, çünkü dünya hatalı bir şekilde onun aptal, deli ve seçim zaferini alacak kadar kabiliyeti olmadığını düşündü.
Buradan bazı sonuçlar çıkarılabilir. Trump birçok kez güçlü hükümet liderlerine yönelik olumlu yaklaşım göstermiştir. Saddam Hüseyin ve Kaddafi gibi “güçlü adamların” teröre karşı etkili bir mücadele verebileceğini söylüyordu. Eski bir röportajda Çin’in Tiannanmen Meydanı’na yönelik yaptığı yasaklamayı övüyordu ve diğer yandan Sovyetler Birliği kontrolünü kaybettiği için Gorbaçov’u eleştiriyordu. (…)
Clinton ve Obama ile kıyaslayınca, Trump ABD’nin çıkarlarına daha dar bir mercekten bakacaktır. Dünyayı denetlemek veya “özgür dünyanın” lideri olmak yerine, ülkenin kendi iç ekonomisiyle ilgilenecektir. Demokrasiyi yaymaya, insan haklarını ihlal edenlere baskı yapmaya daha da az ilgi gösterecektir ve büyük olasılıkla dış yardım bütçesi kesilecektir. Yeni başkanın cinsel taciz hakkında yaptığı yorumlara bakılırsa, bölgede kadın haklarını da yaymak daha zor olacak ve bölgedeki muhafazakarların Batı tarzı cinsellik normlarının ahlak dışı ve baskıcı olduğu inancını güçlendirecektir.
Trump ve Obama’nın hemfikir olacağı tek nokta Amerikan halkının ABD’nin Ortadoğu’da daha derin askeri müdahalede bulunmamasını istemek olacak. Yani gelişen olaylar ABD’yi Ortadoğu’ya doğru çekse de, o bölgeden uzaklaşma yönündeki istek devam edecektir. Trump, Putin’i teröre karşı savaşabilen bir adam olarak görüyor ve Suriye üzerine Rusya ile anlaşmaya Clinton’dan daha hazır.
İran’la sözleşmeyi bozmaktan bahsetse de Trump muhtemelen anlaşmaya dokunmayacak. Alternatif olarak ya eski uluslararası yaptırımlar tekrardan uygulanacak -ki mevcut anlaşmayı bozarsa ABD bunu yapmakta zorlanacaktır- veya Ortadoğu’da yeni bir savaşı göze alması gerekecek, bu da ona oy veren halkın en son istediği şeydir.
Ortadoğu barış sürecinde İsrail’e destek olmak ABD seçimlerinde beklenen bir durum, ve Trump aynı zamanda iki devletli çözümünün kendisi için öncelik olmadığını söyledi; çok az getirisi olan bir uluslararası diplomasi meselesine enerji sarf etmek pek istemeyecektir.
(…)Bazı insanlar kendisini dünyadan soyutlayan bir ABD görmekten mutluluk duyacak. Fakat bu Ortadoğu’da daha fazla özerklik ve bağımsızlık olacağı anlamına gelmez. Bunun yerine Rusya, Çin, Hindistan ve Avrupa dahil, uluslararası güçler farklı kutuplardan bölge için rekabet edecek.(…)

(Çeviren: Çağdaş Canbolat)

ÖNCEKİ HABER

Demokratların neoliberalizme kucak açması Trump’a kazandırdı

SONRAKİ HABER

Sovyet dergilerinde kadın

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...