Faşizme karşı mücadele mi?

Hitler faşizminin yıkılışını sembolize eden Berlin’deki Reichtag binasının tepesine çekilen kızıl bayrak | Fotoğraf: Yevgeny Khaldei/TASS
Geçtiğimiz perşembe günü, yani 8 Mayıs günü, Sovyetler Birliği’nin 1945 yılında Nazi barbarlığına karşı zafer kazanmasının sekseninci yıl dönümü idi. “İnsanlığın şafağı” olarak ifade edilen bu zafer günü, insanlık üzerinde sallandırılan korku ve kabus baskısının sonlandırıldığının simgesi olarak görüldü. Zira 8 Mayıs 1945 tarihi, tüm Avrupa’yı, hatta Asya’da steplerine kadar uzanan geniş bir bölgeyi faşizm baskısı altına almaya yeltenen Hitler ordusunun Stalin’in orduları tarafından bozguna uğratıldığı ve faşist emellerinin söndürüldüğü, daha gerçekçi yaklaşımla, söndürüldüğünün zannedildiği tarihtir.
İkinci Paylaşım Savaşı’nın sonlandırıldığı 8 Mayıs 1945 tarihinin ‘insanlığın şafağı’ olarak kabul görmesinin başlıca iki sebebi vardır. Birincisi, doğal olarak, denetlenemez azgınlığa ulaşmış faşizmin yenilgiye uğratılmış olmasıdır. O dönemde Avrupa’yı kasıp kavuran ve tüm dünyayı tehdit eden faşizm sadece Almanya’da Adolf Hitler diktatörlüğü altında değil, onun yanında İtalya’da Benito Mussolini, İspanya’da ise Francisco Franco ile kol kola azgınlaşarak gelişmekte idi. Hatta eylül 1937 tarihinde Berlin’de Hitler ve Mussolini halka hitap ederken, Mussolini dünyada iki demokratik anayasanın bulunduğunu, bunlardan birinin İtalya anayasası, diğerinin ise Alman anayasası olduğunu söylemiştir. (Bu not için, Sidney Hook’un Reason, Social Myths and Democracy başlıklı eseri s. 283’e bakılabilir.) Hal böyle olunca, günümüzde de giderek diktatörleşen liderlerin, kamuoyunu denetim altına almak amacıyla halka yansıttıklarının bizzat kendilerinin dahi inanmadığı sakat düşünceler olduğunu görmek durumundayız. 8 Mayıs 1945 tarihinin insanlığın şafağı olarak itibar görmesinin ikinci sebebi ise, ABD’nin Marshall yardımı desteğiyle, Avrupa ekonomisinin ayağa kaldırılması ve kapitalizm tarihinde ikinci sosyal demokrasi programının uygulamaya koyulmasıdır. Avrupa ekonomisinin hızla geliştiği, işsizliğin ortadan kalktığı ve ücretlerin yüksek seyrettiği 1945-1974 aralığında yaşanan bu dönem iktisat tarihinde ‘Altın Çağ’(Golden Age) olarak anılır.
Ne var k, tüm bu iyi niyet(!) söylem ve politikalarına rağmen kapitalizm kendi kuralları ile gelişiyordu. Altın Çağ olarak anılan dönemde Keynes politikalarının teorik altyapısını oluşturduğu uygulamalarla yatırımlar yapılıp, üretim gelişirken, 1970’lere doğru kâr oranlarının gerilemesi, aşırı üretim krizi olarak piyasalara yansımaya ve görüntü bozulmaya başladı. Altın Çağ sonlanırken, kapitalistlerin şansı da yaver giderek, Sovyetlerde de ekonomik çöküş başlamıştı. Nitekim 9 Kasım 1989 tarihinde Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla soğuk savaş sonlandırılıyordu. Artık sermayenin eli rahatlamış, üretim alanında emeği, tüketim alanında ise tüketiciyi hiçbir kuşkuya kapılmadan rahatça sömürme yolu açılmış idi. Böylece, gerek emek, gerek genel halk için 8 Mayıs 1945 tarihinden 9 Kasım 1989 tarihine dek, önceleri sosyal politika uygulamalarıyla, 1974’lerden sonra ise Soğuk Savaş koruması ile yaşanan görece sosyal refah mutluluk dönemi, maalesef, bitmişti.
Tarih öyle kaydetti ki, insanlığın şafağı da, Altın Çağ parıltıları da, uzun dönem varlığını sürdürmekte olan kapitalizm tarihinde insanlığa geçici umutlar olarak yansımış sahte parıltılardan öte bir umut değildi, zaten kapitalist sistem ruhunda salt umut dışında olumlu bir gerçeklik de yaşanamazdı! Nitekim söz konusu geçici dönemlerde insanlığa bir miktar nefes aldırmış olan kapitalizm, günümüz koşullarında engellerini yıkarak tüm haşmetiyle insanlığın üzerine çöreklenmektedir. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mezunlar Cemiyetinin “İktisatçılar konuşuyor” başlıklı 48. toplantısındaki tartışmaların verdiği sinyaller de, maalesef, insanlığın şafağını değil, tam ters, hüznünü ve karanlığını işaret etmiştir. Değişen kapitalizm koşullarının çeşitli veçhelerinin ele alındığı toplantılarda varılan genel sonuçlar hiç de iç açıcı olmadığı gibi, tam tersi karanlık bir gidişatın işaretçisi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Genel manzaraya bakacak olursak, en net görüntüyü vekalet savaşlarının devam ettiği Ortadoğu ve tüm dünyada tedirginlik yaratan Trump iktidarı yansıtmaktadır. Kamuoyuna yansıyan genel görüntü şöyledir ki, ülkeler giderek diktatörleşmekte, küresel kaynaklar sıkışmakta, bizzat kapitalistler arasında hakimiyet mücadelesi sürdürülmekte, yükselen teknoloji siyasi erke hakim olarak, ABD ve Çin tüm yerküre üzerinde hakimiyet kurma yolunda hızla ilerlemektedir. Uluslararası hakimiyet ve emperyalist emeller geçmişte olduğu gibi salt askeri müdahaleler, hatta ticaret üzerinden değil, yapay zeka olanakları üzerinden yürütülmeye başlamış bulunmaktadır. Bu konuda ABD ve Çin’in karşı karşıya gelmiş olduğu görülmektedir. Yapay zeka, bir yandan emperyalizmin en sağlam yolunu sağlarken, diğer yandan da olağanüstü maliyetleri gerektiriyor olması, küresel emperyalizme giden olmazsa olmaz iki koşulun birinin kaynak diğerinin ise teknoloji olduğunu ortaya koymaktadır. Nükleer savaş gücünü dahi gölgeleyerek, adeta sulh görüntüsünde sürdürülen mücadele durumu iki süper ülke dışındakileri ligden düşürürken, aynı zamanda da söz konusu iki ülkeyi karşı karşıya getirmiş bulunmaktadır. Bir zamanların Sovyetler-ABD çatışmasına analojik olarak günümüz çatışması bu kez de ABD-Çin çatışma olasılığı şeklinde karşımıza çıkmış bulunmaktadır. Üzerimize bir kabus gibi çöken bu durumun anlaşılabilmesi için, Slavoj Zizek’in “İçinde bulunduğumuz karmaşayı anlamak isteyen herkesin okuması gereken kitap” olarak tanıttığı, Yanis Varoufakis’ in ‘Teknoloji Feodalizmi’ kitabını değerli okurlara öneririm.
Anlaşılan o ki, kapitalizm, bir yandan krizlerle toplumları yoksullaştırarak ilerlerken, diğer yandan da gelirin ve sermayenin giderek küçük ellerde, hatta bir elin parmakları ile sayılabilecek kadar az sayıda insanlarda birikimine yol açmaktadır. Teknoloji kaynak gerektirirken, kaynakların çok ufak sayıda insanların elinde birikmesi, toplumları az sayıda teknoloji egemen grupların hakimiyeti ve baskısı altına alma eğilimi sergilemektedir. Bir yandan sistem patolojisi olarak karşımıza çıkan krizler, diğer yandan da teknolojinin merkezileşmesi şeklinde gelişen süreçler, kapitalizmin insanlık üzerinde biri ekonomik diğeri ise teknolojik üstünlükler yoluyla kurduğu mutlak hakimiyeti simgeler. Böylesi gelişen vahim süreçlerde devlet yapıları, ulusal yararlar, birey hakları kadar, ülkelerin jeopolitik konumları ve özgürlükleri de tehlike altına girmektedir. Toplumları tedirginleştiren vahşi gelişmelerin işaret ettiği olumsuzluklar, bireyler arsında olduğu kadar, ülkeler arasında da eşit muamele ilkesinin erimesine yol açtığı gibi, aynı zamanda da hukuk ve adalet kurallarının tedricen geçerliliğini yitiriyor olmasına da işaret etmektedir. Öyle gözüküyor ki, Marx’ın “Tüm emekçiler birleşin” sloganının bu kez “Tüm halklar birleşin” şeklinde değiştirilmesi kaçınılmazdır.
Evrensel'i Takip Et