07 Haziran 2016 14:13

Sennur Sezer Emek-Direniş Ödülü kazanan öyküler

Birinciliği Gelinlik isimli öyküsüyle Hüseyin Bul; ikinciliği Çıma isimli öyküsüyle Ümit Yiğit; üçüncülüğüTabakhane öyküsüyle Türkan Çelik kazandı.

Paylaş

Sennur Sezer Emek-Direniş Öykü ve Şiir Ödülleri” yarışması sonuçlandı.Başvurular, öykü dalında Adnan Özyalçıner, Ayşegül Tözeren, Hülya Soyşekerci, Zafer Doruk, Hasan Özkılıç; şiir dalında ise Tevfik Taş, Turgay Fişekçi, Gülsüm Cengiz, Arife Kalender ve Şükrü Erbaş tarafından oluşan seçici kurul tarafından değerlendirildi.

Değerlendirme sonuçlarına göre; öykü dalında birinciliği Gelinlik isimli öyküsüyle Hüseyin Bul; ikinciliği Çıma isimli öyküsüyle Ümit Yiğit; üçüncülüğü ise Tabakhane isimli öyküsüyle Türkan Çelik kazandı. Ayrıca Yaşar Özel, Şahin Tepesi isimli öyküsüyle mansiyon ödülü almaya değer görüldü.

ÖDÜL ALAN ÖYKÜLER

 

GELİNLİK

Simge’ye…

    Sevda Abla’yı bir yıl önce tanıdım. Tanıştığımızda ben on yedi oysa yirmi sekiz yaşında falandı. Babamın sayesinde tanışmıştım Babam olmasaydı ne Sevda Abla’yla ne de Nurten Abla’yla tanışacaktım. Bu arada sanki birden büyüdüm gibi.  Lise ikiyi ikileyince-okulda arkadaşlarla aramızda çift dikiş deriz-babam benden sonra anladı okumaya niyetimin de, isteğimin de olmadığını. Dersler çok sıkıcıydı, öğretmenlerim sağ olsunlar! Yok; açın kitapları bilmem kaçıncı sayfayı herkes içinden okusun, sonra; kızım sen, evet evet sana diyorum Simge, kalk ayağa biraz önce okuduğunu anlat. İki dakikada okuduğunu hangi âlim anlatır ki ben de anlatayım. Yok, efendim neymiş matematik çok eğlenceliymiş! İyi de anlamadığım şey nasıl eğlenceli olabilir ki? Sen her gün gel tahtaya aynı X’leri bilmem neleri yaz, sonra da de ki: sağa alırsak ne olur solda kalırsa ne olur? Ne olacak x, xtir ne olabilir ki? Sağda da olsa solda da olsa sıkıcıdır ve bilinmeyendir. Hele o felsefe dersi yok muydu, tam bir felaketti. Ya öğretmeni; bir insan bu kadar mı kendini beğenmiş olur? Neyse, durum böyle olunca da tabi bir tek beden ve müzik dersiyle kurtarılamıyor koca sene. İkinci sınıfta birinci yıl kalınca, babam anlamadı. Sonra anladım ki tam da babamın kızıymışım; ben dersleri anlamıyorum babam da benim okumak istemediğimi… İkimizde anlamıyoruz, neyi anlamadığımızın ne önemi var ki?
   İkinci kalışımın sonunda, “Kızım, senin okumaya niyetin yok galiba, en iyisi mi kuaför Nurten Ablanın yanına gir çalış.” deyince sevindim, ama doğrusunu sorarsanız pek de belli etmedim sevincimi. Başladığımın ilk günü saçımı sarıya boyatacak, renkli etekler giyecek, topuklu ayakkabılarla dolaşacağım için oldukça mutluydum. Fazla zaman kaybetmeden girdim Nurten Ablanın yanına, başladım. Yerdeki saçları süpürüyor, paspas yapıyorum. İhtiyaç olduğunda da bakkala markete koşuşturuyorum. Gelen müşterilere çay-kahve hazırlamaksa en hafif işti. O güne kadar evde değil çay hazırlamak bir bardak yıkamışlığım yoktu. Birinci ayın sonunda baktım Nurten Abla bana bağırıyor, azarlıyor, hatta ve hatta hor görüyor diyebilirim. İlk önceleri sesimi çıkarmadım, mademki okumuyorsun dedim kendime o zaman çalışacaksın kızım. Sonra baktım müşteriler de beni azarlamaya başladılar. İşte o zaman dedim ki kızım senin elinden bir halt gelmez. Nurten Ablanın bardağı taşıran son hareketi girdiğimin dördüncü ayında falandı galiba. Saçımı boyatmak için dört ay zar zor dayanmışım, sen gel bana de ki, neymiş efendim saç boyası pahallıymış da, bilmem neymiş de. Kes, haftalığımdan kes, sana ne ki. Saçımı boyatmayacaktıysam ne diye sana katlanayım ki? Çıktım işten. Çıkmasaydım da Nurten Ablanın çıkaracak olması hiç umurumda değil. Kaç zamandır içimdeki öfkeyi biriktiriyorum zaten, iyi oldu. Ben çıkınca batacak sandım Nurten Abla, batmadı. Evdeki üçüncü günümde ben babamın gözüne batmaya başladım.
      Sevda Abla’yla annem arkadaşlar; annem gönderdi beni yanına. Babam sayesinde tanıştım dememe ters gibi görünebilir, ama babam: okumayacaksan çalış demeseydi sadece annemin arkadaşı olarak kalacaktı Sevda Abla. Annemle Sevda Abla’nın nasıl bir arkadaş olduklarını da bilmem. Çok az gördüm bizim evde Sevda Abla’yı. Hatta bir kere mi ne. Sabah erken kalkmak gerekiyormuş burada çalışmak için. Servise yetişmek için okula gittiğimden de erken. İlk ayın sonunda işten eve gelince, yani servisten iner inmez Nurten Ablamın yanına gidip özür diledim. Pek bir sevindi. Bir sürü de nasihat verdi, çoğunu hatırlamıyorum bile. Annem babam o boşluğu dolduruyorlardı zaten, ne dinleyeceğim ki.
    Sevda Abla, nasıl desem bana biraz ters biri gibi geldi önceleri. İşyerinde kimseyle pek konuşmaz, konuştuğunda da kısa ve öz konuşurdu. Diğer kızlar kendi aralarında fısır fısır konuşup dedikodu yaparlarken bu işine odaklanır pek pay vermezdi etrafındakilere. Bir iki salça olup konuşmaya yeltenenlere de soğuk ve umursamaz davranır, ısrar edenlere de haddini bildirirdi. Benimse yaptığım iş belliydi. Makinelerin üzerinde, diplerinde biriken bitmiş işleri toplayıp ütüye taşımaktı. Su isteyene su, fermuar isteyene fermuar, düğme isteyene düğme vermekti. Ellerinin altında biten ufak tefek parçaları bir iki etmeden kavuşturmaktı.  Sevda Abla’nın dışında herkes emir kipiyle konuşurdu benimle. Nedendir bilmem; saçlarımın renginin bile böyle konuşmalarına sebep olduğunu duymuştum fısıldanmalarından. Bazen bağırır, bazen azarlar, bazen de hakaret ederlerdi bana. Küfürlü konuşmak neredeyse gelenekti atölyede. Öyle ki; küfürsüz konuşan yadırganır, hatta ve hatta neredeyse korkaklıkla suçlanırdı. Ama konu Sevda Abla’ya bir şey söylemeye gelince o kızların ağızlarındaki küfürler birden kaybolur en düzgün cümlelere dönüşürdü. Zamanla Sevda Abla’nın bana öyle davranmasının annemin arkadaşı olmasıyla alakalı olmadığını anladım. Bu beni ilk zamanlar rahatsız etse de sonra oldukça rahatlattı, mutlu olmuştum.
    Patronumuz Leyla atölyeye girdiğinde herkeste bir sus pusluk, bir gerilme, bir telaş olurdu. Daha sıkı sarılırlardı işlerine. Yalancıkta da olsa daha seri çalışır gibi yapar, daha dikkatli kesip biçiyormuş gibi davranırlardı. Bense ne yapacağımı bilmez bir şekilde her seferinde ayağına dolanınca, Sevda Abla yanına çağırırdı. Sanki beni kanatları altına alıp saklardı, siner beklerdim. Leyla, yanlış kesilmiş ya da yanlış dikilmiş bir parça olmadığı halde kızları azarlar, olmadık laflar söyler ama hiç kimse sesini çıkarmaz adeta önlerindeki makinelere yapışırlardı. Sevda Abla’ya hiçbir şey demeden sadece yan gözle bakıp gitmesinin sebebi meğerse sendikalı olmasıyla alakalıymış. Sadece sendikanın etkisinin olduğunu sanmıyorum, çünkü Sevda Abla’nın kendine laf söyletmeyeceğini, lafın altında kalmayacağının belki de en iyi Leyla farkındaydı. Ayrıca da çevresindekilerle oynaşarak işini asmaz, dikkat ederdi. Leyla yokken de varmış gibi çalışan biriydi. Leyla içeri girip de Sevda Abla’nın yanından geçerken, “Leyla Hanım, ne ettiniz hazırladınız mı parayı? Bir haftam kaldı?” deyince, hiçbir şey anlamadığım halde Leyla’nın vereceği cevap benim bacaklarımı titretirdi. Sevda Abla’ma cevap vereceği yerde, “Ne dikilip duruyorsun orada, işin yok mu senin?” diyerek beni azarlaması Sevda Abla’ma vereceği cevabı duymamam için beni oradan uzaklaştırmak isteyişine yordum. “Ben çağırdım Simge’yi, işim var onunla.” diyerek eliyle işaret edip beklememi söyledi. Manasızca Leyla’nın gözlerine bakıyordu, bir cevap beklediği belliydi. Hiç öyle ezilip büzülmeden, dimdik söylemişti. Bir an öyle duygulandım ki sarılmak istedim, ama bunun ne yeri ne de zamanıydı. Leyla atölyeye şöyle bir göz gezdirdikten sonra, “Şu elimizdeki işleri bitirelim, fuara yetiştirmemiz lazım, dört günümüz kaldı. Fuardan sonra vereceğim paranı, merak etme.” demesiyle yürümesi bir oldu. Geçerken bana öyle bir baktı ki altıma yapabilirdim. Gittikten sonra biraz rahatlamıştım ama Sevda Abla’nın da diğer kızlar gibi parasını alamadığını, içerde maaşının olduğunu bilmiyordum. Diğer çalışanlar kendi aralarında bu konuyu sık sık konuşmalarına rağmen Leyla’nın yüzüne karşı söyleme cesaretini gösteremiyorlardı. Sevda Ablamı da en fazla Leyla kadar seviyorlardı. Ama sanıyorum ki Sevda Ablam’a az da olsa saygı duyuyorlardı. İçlerinden bir kaçı sendikalı olmak istemiş fakat Leyla hemen tehdit etmiş onları, “Sendikaya üye olursanız sizi işten çıkarırım, ona göre.”
    Bir aydır gelinlik fuarına yetiştirmek için bütün kızlar geceli gündüzlü harıl harıl çalışıyorlardı. Sevda Ablamın da düğünü varmış meğerse. Fuar telaşından dolayı parasını alamadığı gibi izin alıp da düğün hazırlığı bile yapamıyormuş. Makinesinin üstünde ve altında dikilmiş ne varsa alırken, “Simgeciğim, alacağın var mı içerde?” deyince, ne diyeceğimi şaşırdım. Telaşla, heyecanla, “Var Abla, bir buçuk ayım var.” dedim. Öyle bir sormuştu ki elimden tutar gibi, kucaklar gibi, Leyla’dan alacağımı çıkarıp verecekmiş gibi, sahip çıkacakmış gibiydi. Leyla için küçük, benim içinse büyük olan parayı nedense almış gibi hissettim. “Tamam” deyip işine devam etmişti. Akşam üç dört kişinin dışında bütün kızlar mesaiye kaldılar ben eve geldiğimde.
   Gece hangi saate kadar çalıştıklarının bir önemi yoktu, sabah aynı saatte servise yetişmek zorundaydı herkes, aksi takdirde işe yetişmek için taksiye binmeleri gerekecekti ki bunun altından da kimse kalkamazdı. O sabah Servis gecikti, telaşlandık, nafilece bekledik. Beklerken anladık ki servis hiç gelmeyecek. Ters giden bir şeyler olduğu açıktı. Sevda Ablam, daha fazla beklemeden taksi çağırdı. Hangi duraktan kimin bineceğini bildiği için servis güzergâhından gitmesini söyledi taksiciye. Alabildiği kadar aldı çalışma arkadaşlarını taksiye. Yolda da, “Merak etmeyin kızlar taksi parasını ya Leyla’dan ya da servis şoföründen alırım.” diyordu her zamanki kendinden emin edasıyla. Kızlar, Sevda Ablamın bir şey söylerken boşa konuşmadığını biliyorlardı; alacağım derse alırdı. Ama bunu ne zaman alacağı konusunda biraz tereddütleri vardı haklı olarak. “Maaşlarımızı alamıyoruz Allah aşkına, taksi parasını mı verecek o şıllık?” diye cılız bir ses duydum taksinin içinde. Sanıyorum bu kez Sevda Ablam değil de bunu söyleyen haklıydı. Cevap vermedi Sevda Ablam. İşyerine geldik ki kimse yok. İşyeri de yok. Atölye ordaydı da bomboştu, sinekler amaçsızca uçuşuyordu içerde.

Hüseyin BUL

Fotoğraflarla Sennur Sezer...

ÇIMA?

Yüzünü yıkayalı yarım saati bulmuştu neredeyse.. Atölyeye geldiğinde perçeminde hâlâ iri damlalar sarkıyordu. Kirpikleri ıslaktı. Sabah kendisine malûm olmuşçasına uyanmıştı. Hep öyle uyanırdı, alarmın ötmesinden dakikalar önce.. İşini kaybetmenin korkusunu taşıyan herkes öyle uyanırdı. Lavaboda, gözlerindeki mahmurluğu suyla def etmekteyken birden servis aracının korna sesini duydu. Havluya el atmayı zaman kaybı saydı. Her iki koluyla her iki gözünü çevik bir hareketle duruladı, on beş saniye sonra kendini kapı önünde buldu. Ayakkabısının bağcıkları sarkıyordu dışarıya. Kapı önüne çıkınca güneş şöyle bir yaladı ilkin yüzünü. Sonra servisteki yerine oturdu. Diğer işçiler uyuyordu. Atölyeye varana dek ne kadar uyusak kârdır, diyorlardı. Muhip de kafasını uzattı geriye. Kirpikleri yapıştı birbirine. Kollarıyla bir daha sildi.
Muhip, yaklaşık 4 ay önce abisinin yanında çalışma düşüncesiyle gelmişti İstanbul’a. Ağrı’da okulu tatile girince İstanbul’a yollanmış, tüm dağ köylerinde olduğu gibi okullar geç açıldığı için fazladan bir ay daha kalmıştı İstanbul’da. Aslında İstanbul’a gelince aklında bu iş yoktu Muhip’in. Abisinin yanında inşaatta çalışır diye düşünmüştü köyde. Ama abisi razı gelmemiş, inşaat işi zordur, deyip, onu büyük bir tekstil atölyesinde işe sokmuştu. Abisi sıvacı ustasıydı. Çalışkanlığıyla biliniyordu. Sıvacıların elleri kocaman olurdu. Muhip’in abisi malaya aldığı harcı duvara öyle bir yedirirdi ki, harç, patlamış bir boya balonu gibi yayılırdı duvarda. Köye kadar ulaşmıştı bu becerisi,  bunun bahsini yapardı sürekli köylüler.
Muhip’in çalıştığı tekstil atölyesi bir bodrum katındadır. Pencereler içeri sadece temiz hava girmesine yarar. Güneş günde sadece bir defa, şöyle bir yalar geçerdi burada. Bilumum işçiler işbaşı olduğunu hatırlatansesle görevlerinin başına geçerlerdi. Overlokçular, reçmeciler, singerciler makinelerine otururdu. Ortacılar tekne başlarına, temizlikçiler uzun dikdörtgen masa başına geçerdi. Muhip, ortacıydı bu atölyede. Yaptığı işle tuhaf bir bağ kurmuştu ilk başlarda. Soyadı daOrtacı’ydı. Bunun yarattığı hissin iyi mi kötü mü olduğuna karar verememişti. Her maaş günü geldiğinde  ‘’Muhip Ortacı’’ diye yazıhaneye çağırılırken soyadıyla mı yoksa yaptığı işle mi seslendiklerini bir türlü anlamamıştı.
     Geçen sene okulda, edebiyat dersinde yine buna benzer bir şey yaşamıştı. İsmini 500 sene evvel bir Osmanlı padişahı mahlas olarak kullanmıştı. Bunun Ağrı’da bir değeri olmayacağını da o an fark etmişti. Ankara’da belki bunun cakasını satardı Muhip, ama Ağrı’da bunun bahsi edilemezdi. Muhibbî… Muhip birkaç şiirine bakmak istedi, bir yerde onun ''saltanat didükleri ancak cihan gavgasıdır.’’dizesine denk geldi. 46 yıl padişahlık yapan birinin bunu söylemesi ne garipti. Sonra bir de Ahmet Muhip Dıranas vardı, onu da biliyordu. Onunla biraz bağ da kurmuştu. Ahmet Muhip Dıranas askerliğini Ağrı’da yapmış, Ağrı diye bir uzun mu uzun şiir yazmıştı: ‘’Yitik, perişandır elbet bencileyin /Pişmanlığın ırgat olup geceleyin.’’dizelerini tam olarak anlamasa da ‘’ırgat’’ geçtiği için sevmişti şiiri.
Muhip bu atölyede iş dünyasının belki de en kurnaz yaratımı olan işi yapıyordu. ‘’Ortacı’’, ‘’Aracı’’ diye farklı şekillerde nitelense de bu iş tekstil atölyelerinin iş döngüsünü sağlardı. Ortacı bir atölyenin can suyuydu. İyi bir ortacı, ustabaşının eli ayağı, makinecilerin celladı, hiç oturmayan bir neferdi. Ortacılar sayesinde hiçbir makinecinin önü boş kalmazdı. Makinecilere nefes aldırmamakla görevliydiler. Ortacılar, bir makinecinin dikmekle hükümlü olduğu kısmı alır önüne kor. Onun diktiklerini alır, devamını dikmesi için başka makinecinin önüne kor. Ondan da alır diğerine.. Biri kolu diker, biri bedeni, biri etiketi..Dikilen işler en sonunda temizlikçilerin uzun masasına yayılır, uzun ve gereksiz iplikler temizlenir. Ardından paketlenir.. Her aşamada bulunur Ortacılar. Muhip her aşamada bulunur. Hâl böyleyken, ortacılar en az ücreti alanlardı. Ve çoğu çocuklardan oluşurdu.
     Muhip 4 aya yakındır yapar bu işi. 4 aydır bir yandan Ağrı’yı düşünerek yapar. Adeta şafak sayarak yapar. Buradan kurtulacağını bilerek yapar. Ya ötekiler? Artık iğnenin ucuna ipi geçirmekte zorlanan overlokçu Zeliha abla? Az biraz iş aksatınca ustabaşından fırça yiyen hâldaşı ortacı Leyla? Kendisini 2 dakika fazla beklemediği için servis aracını kaçıran Münire abla? Ya Ethem abi? Ortacıyken makineci olan Lokman? Saydıkları bir şafakları dahi yok bunların. Yalnız bir haftasonları var, ödeme günleri var, kira günleri var.
     Birbirlerinin hâlinden en fazla anlaması gereken tüm bu çalışanlar, cangılda bu meziyetlerinden yoksun davranırlardı bazen. Muhip bunu sorar hep kendine. Bir işçi bir işçiyle neden anlaşamasın? Kendinden daha düşük konumda olana neden noksan baksın? Bunu ders kitaplarında okumamıştı Muhip. Zaten böyle şeyi ders kitapları anlatmaz, diye düşündü sonra.
     Sabah damlalar sarkıtan perçemi, akşam paydosunda renklenirdi Muhip’in. O dün dikilen işin rengin neyse o olurdu. Yalnız o mu? Bir bütün atölye çalışanları Hindu rahipleri gibi rengarenk olurlardı. Saçları, kirpikleri, burun kılları renklere keserdi.
 Öylesine yorulurdu ki, eve gelince duşunu alıp uyurdu Muhip. Günler geçer abisinin yüzünü dahi göremezdi. Abisi eve geldiğinde Muhip’i uyur görürdü, sabah da uyandığında Muhip gitmiş olurdu.  Muhip günün muhasebesini uykuda yapardı hep. Rüyada…
-    Muhip iş getir.
-    Muhip yeşil ip getir.
-    Muhip çıma ayağı getir. Çıma?
-    Çıma?
-    Çıma?
Ve sabah uyanınca perçemindeki iri su damlalarıyla yollanır yine atölyeye Muhip. Bu sabah daha berraktır damlalar. Bu sabah daha uykusunu almıştır. Araba camından etrafı izleye izleye vardı atölyeye. Güneş bugün dört defa yaladı atölyeyi. Muhip’in kuru kirpikleri kamaştı. Güneşin sıcaklığını hissetti. Bugün son günüydü bu atölyede. 4 ay boyunca saydığı şafak, saatleri saymaya düşmüştü.
     Paydosu haber veren sesle işi son bulacak bugün artık Muhip’in. Abisi yarın için Ağrı’ya biletini kesmişti. Yine de bu atölyede çalışan, uzun bir süre de çalışacak gibi görünenleri düşünmeden alamadı kendini. Derken Ethem abinin ‘’Muhip yeni bir çıma ayağı getir’’ buyurmasıyla kendini toparladı. Çıma?
Paydos vakti gelip zil Muhip için son defa çalınca makineciler ağır ağır kalktılar yerlerinden. Fazla oturmaktan gerilmiş bedenlerini ufak birkaç hareketle rahatlatmaya çalıştı birkaçı. Temizlikçi kadınlar üzerlerindeki ip parçacıklarını temizlediler. Hepsi kapı önünde bekleyen servis aracına doğru yol aldılar. Muhip yazıhaneye gitti. Son maaşını aldı sekreterden. Önceden bilindiği için zarfa konulmuştu parası. Kapı önüne çıktı. Bugün son günü olduğunu bilenlerle sessizce vedalaştı. Servis birazdan kalkardı. Bir şey unutmuş gibi içeri girdi tekrar Muhip. Kimi sigarasını içiyor, kimi servisteki yerine oturmuş telefonlarıyla oynuyor, kimisi de telefonla konuşuyordu. Şoför yerine geçince 3 defa kornaya bastı. Kalkma saati geldiğini belirtiyordu bu. Muhip atölyeden çıkıp nefes nefese yerine geçti hızla. Mutluydu.
     Ertesi gün işçiler zil sesini duyup atölyeye girince bütün makineleri dişleri sökülmüş canavarlar gibi mahzun ve meyûs bir hâlde gördüler. Hepsinin dikiş ayağı sökülmüştü. Yedek kutusuna baktılar, orası da boşaltılmıştı.
     Muhip o saatlerde şoförün arka koltuğuna oturmuş, yolu izliyordu. Koca otobüsü kendi kullanıyordu sanki. Asfalttan dumanlar tütüyordu.Otobüsün içi de güneş hüzmelerine batmıştı adetâ. Gözleri kamaşıyordu Muhip’in. Kimi yolcular perdelerini çektiler ama Muhip şikâyetçi değildi. Güneşten dolayı kaşlarında birsıcaklık hissetti. Güneş hüzmeleriMuhip’in kavisli kaşlarını gökkuşağı misali rengarenk yapmıştı.
     Yarın sabah saatlerinde Ağrı’ya varırdı. Annesine kokulu namaz tespihi, babasına kol saati, ablasına da erguvan renkli bir şal almıştı. Hediyelerini ilk maaşıyla, büyük bir heyecanla almıştı. Âdetmiş, demişti. 4 ay sonra ilk günkü hediye paketlerinde götürüyordu şimdi. Paralarını da boynuna astığı çantaya koymuştu. 78 tane dikiş makinesi ayağını, halkın kendi inisiyatifiyle kurduğu dikiş okuluna hediye edecekti.  

*Çıma, overlok, reçme, singer, ortacı, temizlikçi vs. tekstil sektörünün tabirleridir.  Çıma aynı zamanda Kürtçe’de ‘’neden?’’ demektir.

Ümit YİĞİT


TABAKHANE
                                                                                                                      Seksenlerden

  Susmuyor, susmuyor, susmuyor Halam. Yokuş aşağı hoplaya seke inen kısa, tombul bedeninin tümü tembih taarruzunda: “Aman ha kızlar. Sakın. Emanetsiniz. Çalışacağımız yer sizin yaşınızdakiler için tehlikeli. Gözünüzü kulağınızı dört açarken kuş kadar tez canlı olacaksınız. Yanınıza biri gelirse pırrr uçup tek sağlam sığınak halanızın yanına. Kimselerle laflamak yok. Bir yerlere çekilme, baş başa konuşur görünme. Zinhar…”
Hayatımızın ilk işi olacak deri fabrikasına götürülüşümüzün birinci haftasının sabahları böyle geçmişti. Giderek hızlanan adımlarından geri kalmayan konuşmasıyla anlattıklarına gülünmesi gerekirdi aslına bakılırsa. Ben içten içe sinirlenir, iki yaş büyüğüm on sekizinde ablam tepkisiz dinlerdi.
Derenin üzerindeki köprüye metreler varken tıkanırdı soluğumuz. Fabrikaya girene kadar yürüdüğümüz yolda ciğerlerimizi patlama noktasına getirirdik nefesimizi tutmaktan. Boğulmamak için de lağım, kokuşmuş balık, çürümüş sebze, türlü çeşit çöp, ahır kokularının birleşimi havanın dirhem dirhem içimize sızmasına izin verirdik çaresiz... Birbirinin benzeri, biçimsiz, irili ufaklı fabrikaların karşılıklı dizildiği dar sessiz sokaklara daldığımızda, halamızın konuşmaktan iflahı kesilir, biz de ayılmış olurduk iyiden iyiye. Dere kokusuna alıştığımızı anlamaya kalmadan yeniden nefeslerimizi tutardık fabrika girişinde. Derenin, dereyi geçtikten sonra fabrikalardan yayılan kokuların hepsi masum kalırdı derilerin tavlandığı dolaphane denilen bu vıcık vıcık bölümde. Asık suratlı, kaba görünüşlü, aç bakışlı, yorgun adamların seslerini duyar bakmadan görmeden serçe ivediliğinde, “pıırrr” diye koştuğumuz ikinci kata çıkan merdivenlerin bitiminde salardık içimizde tuttuğumuz havayı. Buradan sonrası daha katlanabilir deri, boya, cila kokusu
İlk gün sıcak karşılanmıştık boyahane personelince. Bir ustası vardı bir de yetiştirmekte olduğu çırak. Birimiz, boyanma aşamasına getirilmiş deriyi ikişer santimetrekarelik delikler oluşacak şekilde örülmüş tellerin üzerine serecek, diğerimiz boyası cilası atıldıktan sonra uzun çubukla kaldırıp alacaktık kurutma tellerine… Dönüşümlü olarak.  Baş ağrısı, mide bulantısı, sarhoşlaşma hallerinde geçti birinci günümüz. İkinci üçüncü günlerden sonra alışıyorduk, dere, tavhane, boya, cila kokularına. Saat üçten sonrası ölüm gelen çalışma temposunda, kokular duyulmaz, beden ağırlaşır, ayaklar kopar.  
Dinlenmelerde kitap okuduğumu gören usta, sarılıklı suratını düşürerek, “On beş dakikada on beş kelime okuyabiliyor musun” bari demek için kendini zor tutmuş ilk hafta. Tavrı tarzı canımı sıktığından cevap vermemiş işime bakmıştım. O gün akşama kadar ters bakmış bir daha konuşmamıştı. Ağzını, burnunu kapatan sarı maske sarımtrak yüzündeki gözlerinin karanlığını çıkarıyordu ortaya. İlk günler şirinlikler yapan, yaptığımız işi sevdirmeye uğraşan bu uzun adam aksi sevimsiz biri olmuştu nedense. “Alim var aramızda alim.” benzeri sataşmalarda da bulunmuştu.
İkinci haftamızın son günü mesai başladığında çağırdı beni yanına. “Şu pervaneler temizlenecek! Öğle arası halledersin! Yemeğe erken yollarım! Dinlenmeni işi bitirince yaparsın!”  Sanki bir komutan...  Üç paydosunda temizlesem olmaz mı, dedim, orası boyalı ve daracık. Pervanelerle çevresinde bir karış yağ. Giysilerim kirlenir, pis pis kalmayayım paydosa kadar. Boya tabancasını çırağının eline tutuşturdu, dişlerini gıcırdatıp gitti. Çırağın yüzünde güller açtı. Uçuyor mutluluktan. Can atıyor iki dakika boya atsın. Bir dediğini ikiletmiyor, kuklası olmuş ustasının. Şu işi bir kapsam hayallerinde…
Üçüncü hafta baştan sarmaya başladı halam: “Bu tabakhaneler çok can yakmıştır. Sizin yaşınızdakiler ne ki çekirdek çerez. Yetişkin kadınları dillere düşürür; evlerinden, ocaklarından, çocuklarından ederler alimallah…” İlk görüşte gözlerini üzerimize dikip ağzı bir karış açık bakan, otuz iki dişi meydanda sırıtan, tehditkâr tavırlıların değiştiğini söylediğimde: “Her yerde böyledir bunlar” dedi. “Önce bir yoklarlar. Bakarlar ki tahmin ettikleri gibi değil. Abla kardeş, teyze, yenge ederler kendilerine… Siz vidaları gevşetmeyin, güven olmaz…” Gözdağından, uyarılmaktan bunalmıştım artık: “Ne diye bu tabakhanelerde çalışıyoruz, bu kadar tehlikeli yerlerse! Yok mu başka iş?” “Olmaz mı? Dökmüşler yollarımıza dönüp bakmıyoruz. Burnumuzun büyüklüğünden, ille boklu dere ille boklu deri koklayacağız diye diretiyoruz. Yürüyerek gidilecek başka iş mi var! Kız yürü! Geç kalmadan varalım. Daha ilk günlerden gözüne batmayın müdürün.” “Komutan desene şuna...” “Komutan! ” Çalışırken, yollarda gidip gelirken dilsiz gibi duran ablam konuştu sonunda: “Albaymış o adam. Kimi istifa etmiş diyor kimi de…”
“Susun bakayım. Ele ne, bize ne. Kimse kim. İki ay oldu duymamışım böyle şey. Kim yumurtladı bu yalanları.” “Tav dolaplarındaki Mustafa Dayı dedi.” Ablamın kolunu çimdirdi: “Kız ne ara gittin tav dolaplarına!” Yetiştim imdada: Gitmedi. Konuşurlarken duyduk. Terasta derileri sererken.
“Her yer bunların. Fabrikalar, atölyeler, resmi daireler, tabakhaneler, batakhaneler, kumarhaneler, kerhaneler… Her yer askerlerin eline geçmiş. Ajanlığa gelmiş anlayacağın…” Halamın saçları diken dikendi eşarbının altında: “Sakın! Sakın duymayayım bir daha. O nasıl laflar öyle!” Ablam: “Onlar dedi.” “Desinler! Kim ne derse desin! Siz demeyin! Duymayın! Görmeyin! Konuşmayın! Başınız yanar...”  
Perşembe günü yemeklerle ilgili bir konuşma oldu. Karı koca bir çift vardı. Kadın mutfakta adam deside çalışıyor. “Firmayı değiştirmelerini isteyelim” dedi bizim ustaya. O da “Bakarız” deyince berikiler canları sıkkın oturdular. Ben de gerçekten çok kötü bu yemekler dedim. Üzerinde bir karış donuk yağ, ağır koku. Sebzeler yağ tabakasının üstüne çıkamayacak kadar az ve… Ağzıma tıkadı lafı. “Evinde böyle yemek yiyebiliyor musun? Üç çeşit…” Nereden biliyorsun yemediğimi dedim. Hem evimizde üç çeşit yemek yiyemiyor olmamız işyerlerimizde bu kadar kötü yemekler verilmesine gerekçe gösterilemez… Saldırgan hareketlerle ayağa kalktı. Burnundan soluyarak; “Beğenmiyorsanız yemeyin!” dedi. Giderken, sen memnunsun diye herkes beğenecek değil, diye seslendim arkasından. Patır patır indi merdivenlerden. O da çalışan. Daha iyi yemekler istenmesinden neden rahatsız oldu, dediğimde yemeklerden şikâyetçi olan desici konuştu: ‘Buralar senden sorulur. Tüm yetki sende.’ demiş Albay. Bu nedenle söylediklerine itiraz edilmesine tahammülü yok. Sorun çıksın istemiyor. Defalardır söylüyoruz iletemiyordur korkusundan…” Korkuyorsa bizler söyleyelim.
Halamla muhasebeci Hurşit gülerek yemekhaneye girdiklerinde konu dağılmış oldu. “Ladese tutuştuk” dedi muhasebeci, “yarın dondurmalar Safiye’den.” “Pışşııık” yaptı halam. Karşılıklı konuşmalarla donmuş yağları katmanlaşmış yemeklerinin başına geçtiler. Birbirlerine tuzluk uzatmalar, sürahi, bardak ekmek verip kandırmaya çalışmalarını fırsat bilip aşağıya indim. Müdür odası girişten sola ayrılan koridorun sonundaydı. Kapısını çaldım, kendimi tanıttım. Kahvesini içerken rahatsız edilmenin soğukluğuyla dışarıda beklememi emretti. Camlı bölmenin panjurlarından telefon almacını aldığını gördüm. Kısa bir görüşmesi oldu. Kahvesi bitti. Neden sonra zile bastı.
Daracık bir odada kocaman masa, ardında sıkıştırılmış, kıstırılmış gibi oturan komutan. Arkasındaki köşelerden sağında kalanda devasa devetabanı. Alnı geniş, omuzları dik, bıyıksız, hiçbir renk sınıfına giremeyen tende asık surat, düzgün kesimli, başa yapıştırılarak geriye taralı saçlar, mekanik ses: “Mesele nedir?” Yemekler efendim. Aşırı yağlı ve soğuk. “Her sorunun bir parçasıdır getiren. Bu nedenle de çözüm önerin olmalıdır getirdiğin soruna!” Çocukluk işte, içimden gelen gülmeyi tutamadım. Yemek şirketi değiştirilebilir, dedim ağzımı toplamaya çalışarak. “Gidebilirsiniz!” dedi, kesin, net, sert…  
Konuşmasız, hızlı hareketlerle aşırı yorucu iki saatlik çalışmanın ardından çay saati geldiğinde penceresiz dinlenme odasında kitabımı okumaya koyuldum. Paydostan ıslık çalarak dönmüştü usta. Keyifle aldı boya tabancasını, rahat yavaş hareketlerle çalışınca bizde de hafifledi tempo. Her nedense ilk günlerin çalışma havasına yaklaşılmış, ortam da yumuşamıştı biraz.
Bana ilk kızdığı günden başlayarak sırf bizi yormak için işi aşırı hızlandırmıştı çoğu zaman. Deriyi tellerin üzerine sermeye, kaldırıp asmaya yetişmek. Birkaç dakikada bir bu hareketleri tekrarlamak. En uzağı beş metrelik mesafelerde sürat koşucusu gibi başımızı döndürecek şekilde koşuşma. Boya tezgâhı boş kalmayacak şekilde iş yetiştirme. Bizi iyice yorduğundan emin olduktan sonra sigara içme bahanesiyle çırağın eline boya tabancasını tutuşturduğunda soluklanabiliyorduk ancak.
Keyfi öylesine yerine gelmiş ki okuduğum kitap hakkında sorular sordu konuşmaya bahanesi olsun diye. Ne anlatıyormuş, konusu neymiş. “Baba Evi”ni anlatıyor dedim yarım ağız. Anladı konuşmak istemediğimi, ıslık çalarak boyamayı sürdürdü.
Saat beş sıralarıydı koşarak boyahaneye giren halamın arkasından, uzun boyunu daha bir uzata gere gelen muhasebeci Hurşit; “Ne dediğini bile anlamadım. Bir şey söyledin kaçtın.” diyerek daldı ortama. Halam boyahanenin ortasında zıp zıp zıplıyor: “Yendim seni, yendim seni! Dondurmalar senden!” Adam gayet sakin: “Ama benim bilmediğim bir dilde...” “Ben anlamam, dest dedim. Kazandım.” “O ne demek, nerden bileyim.” “Dest demek, lades demek bizim dilimizde…” “Olmaz öyle şey. Ben senin dilini ne bilirim.” “Bil bilme. Eline verdiğim çayı aldın mı, aldın. Aklımda dedin mi, demedin. Ben dest dedim mi, dedim. Demek ki la-dest-le-dim…” Çırak, usta, biz, kazandın kazanmadın derken tavhaneden biri geldi ismimizi söyledi. Müdür bey çağırıyormuş… Halamın yüzünde dondu kaldı sevinci. “Kız! Ne oldu!” Yanımızda gelmek istedi engelledim. “Komutanı görmüş olacağız.”diye mırıldandı ablam. Bekletilmeden içeri alındık.  Mekanik bir duruş elektronik bir konuşmayla; “Arkadaşlar, bu akşam itibariyle işyerine uyumsuzluktan işinize son verilmiştir. Alacaklarınız hafta sonunda tarafınıza ödenecek. Bundan sonraki hayatınızda başarılar dilerim.”   
 Dönüş yolunda halam, bütün hayallerini dere kıyılarında bırakmış bir hüzünle konuşuyordu: “Boya ustası olacaktım. Tabanca atacaktım. Söz vermişti usta. Çırağı yetiştirdikten sonra bana öğretecekti işi. İstikbalime engel oldun yaramaz. Sana mı kaldı komutanla konuşmak. Demedim mi ben size…”
Bir gülmedir aldı hepimizi…

Türkan Çelik


ÖNCEKİ HABER

‘İlk insanla başlayan bu mücadele kıyamete kadar sürecek’

SONRAKİ HABER

İstanbul'daki patlama daha önce yazılmış!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...