14 Ocak 2012 10:53

Kim kendi olmaktan vazgeçmek ister ki?

Devrim Büyükacaroğlu

Bu sözler eşcinsel olduğunu açıkladıktan sonra, 2008’de, 26 yaşında öldürülen Ahmet Yıldız’a ait. İlk çığlığını duyan, elleriyle besleyen, ilk ‘baba’ dediğinde sevinçten çılgına dönen, düştüğünde kaldıran, masallarla uyutan, öpücüklerle uyandıran, “oğlum” diye bağrına basan eller tarafından katledilebileceğini bilmez değil Ahmet… Ama hiçbir törenin, inancın aralarındaki sevgi bağından daha güçlü olmadığına inanmak istiyor. O kadar ki “hiç gereği yokken” eşcinsel olduğunu söylüyor ailesine… “Yalandan kurtulduğum için onur duyuyorum” diyor mektubunda. Belki de dürüstlük Ahmet’e babasının en çok öğütlediği davranıştır, kimbilir… Belki de, babasının, sadece dürüst olduğu için bile oğluna sahip çıkacağına inanmak istedi, bilemiyoruz… Bildiğimiz; Ahmet’in yürekliliğini babasından almadığı... Zira “ilk eşcinsel töre cinayetinin” sanığı olarak aranan baba Yahya Yıldız hala firarda…
Yönetmenler Caner Alper ve Mehmet Binay zennelerle ilgili belgesel yapmayı planlarken, arkadaşları Ahmet’in öldürülmesi üzerine üç yıllık bir ön hazırlığın ardından ortaya geçtiğimiz cuma vizyonla tanışan Zenne’yi çıkarmışlar. 48. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nden En İyi İlk Film dahil 5 ödülle geri dönen Zenne’nin Ahmet Yıldız’ı Erkan Avcı aynı Festival’de En İyi Yardımcı Erkek oyuncu seçilmişti.
İçişleri Bakanının eşcinselliği “rezillik” diye tanımladığı bir ülkede  dans ediyor Zenne. Töre kadar vicdanın da bu topraklara ait olduğunu hatırlatmak istiyor bize.


Ahmet Yıldız’ı tanıma fırsatın olmuş muydu?
Hayır ama gazetelerden olayı okumuştum.

Senaryo geldiğinde ne düşündün?
Bir oyuncunun kendini gösterebileceği, doğru ifade edebileceği rollerin yanı sıra, aynı zamanda kendi yelpazesini açabileceği rollerdir onu daha ileriye götüren. Bu rol geldiğinde de aynı şeyleri düşündüm. Bir kere yaşamış birisini oynamak başlı başına bir sorumluluk ve aynı zamanda bir oyuncunun başına gelebilecek en güzel şeylerden biri.  

Ama zorluğu da var…
Olur, tabii olmaz mı? Yaşamış birini oynuyorsunuz, belli başlı referans noktalarınız var. Caner (Alper) bunu kurgusal bir noktaya taşıdı senaryosunda. Caner (Alper) ve Mehmet (Binay) Ahmet’in son 2.5 yılına yakından tanıklık etmişler. Dolayısıyla bana Ahmet’i anlamam için bir sürü doneyle geldiler. Bunları kendi yeteneğim çerçevesinde şekillendirip, olgunlaştırmaya çalıştım.

Bu doneler dediğin neler oluyor?
Bir insanı anlamak için nelere ihtiyacın varsa bir karakteri anlamak için de onlara ihtiyacın var. Hali, tavrı nedir? Nasıl bir zekâya sahip? Bu adam nerede duruyor? Nasıl bir aile yapısından geliyor? İnce ayarda ise Caner ve Mehmet devreye girdi: Şöyle yapardı, şöyle içerdi, şöyle düşündüğü için şöyle yapardı, şöyle yaşadığı için bunu böyle yapardı gibi donelerle donatıldım. En son kertede bir gece yarısı Ahmet için çalışmalarımı sürdürüyordum. Fotoğraf bakmayı çok severim, oyunculuk ve insan için çok faydalı olduğunu düşünürüm. İnternette Ahmet’in görsellerine bakarken Ahmet’in bir makalesini gördüm, 1.5 sayfalık bir yazıydı. Hep anlatılmıştı, hep bakmıştım ama ilk defa Ahmet’in kendi yazdığı bir şeyle karşı karşıyaydım. Beni en çok etkileyen anlardan biri o oldu. Oynamaya çalıştığınız bir adamın, tam da kendi derdiyle ilgili bir şeyi kaleme alışı, kendi sözcükleriyle ifade edişi… bana anlatıyor gibi hissettim. Defalarca okudum. Ailesinden bahsediyordu, gay olan insanların aileleri hazır değilse onlara açılmamaları gerektiğini söylüyordu. Çok içe dokunur bir mektuptu.

Öldürülebileceğinin farkında olduğunu düşünebiliriz bu mektuptan…
İki büyük kaygıyla yaşıyoruz; ölüm ve yaşam. Geri kalan her şey bunların etrafında şekilleniyor. Mutlaka aklına geliyordur Ahmet’in de ama kimse “birileri beni öldürecek” diye yaşayamaz. Öyle yaşadığını düşünmüyorum ama aklından da çıkmıyordur.

Bir yazısında da “ailemin sevgili çocuğuyum, beni bir gün mutlaka kabul edeceklerdir” diyor. Buna inanmak istemiş…
İnanmaz mı? Bir aile ferdinin ya da çok yakınında olan birinin sana silah doğrultup yedi kurşun sıkabileceğini düşünmek istemezsin ki. İnsanın psikolojisi her şeyden önce bunu reddeder. Fikren aklına gelse de, kalbin bunu reddeder. Etmez mi?

ÖTEKİYİ KATLETME SADECE BU TOPRAKLARA AİT DEĞİL

Hukuksal süreç devam ediyor ama tek şüpheli, kaçak durumda olan babası. Hangi kutsal değerler bir babayı oğlunun yaşamına kastettirebilir sence?
Dostoyevski’nin söylediği gibi “İnsan ölümünü mubahlaştırabilecek hiçbir şey yok.” Birinin suçlu olduğunu, cani olduğunu, size benzemediğini düşünebilirsiniz ama bunlar onu öldürmenizi mubahlaştırmaz. Bu, dünyanın da en büyük problemi. Ötekiyi katletme, bu topraklara ait bir şey değil, bu bin yıllardır böyle. İnsanlar kendine benzemeyeni ortadan kaldırmak gibi bir refleks içerisinde. Bu cinsiyete özgü bir şey de değil. Bunu Fransa’da başka, Almanya’da başka türlü görüyorsunuz, Ortaçağ’da başka, ilkel komünal toplumda bambaşka bir karşılığı vardı. Dolayısıyla insanın bu duygusuyla başetmesi gerekiyor. Kendine benzemeyeni katletme duygusu çok trajik bir duygu ve bence güce değil güçsüzlüğe işaret eden bir şey. Şiddetin temelinde yetememe, baş edememe var ve haliyle şiddet uygulayan güçsüz olan aslında. Bunu entelektüel bir tespit olarak değil bir realite olarak söylüyorum. Koca, eşiyle baş edemediğinden, ona “sözünü geçiremediğinden” şiddet uygular. Ahmet Yıldız’ı öldürenin babası olduğu söyleniyor ve ben babasının Ahmet’ten daha güçsüz olduğunu düşünüyorum. Büyük çerçeveden baktığımız zaman hepimizin ‘bir’ olduğunu düşünüyorum. Mevlana’nın dediği gibi: “Geçer de gözünüzün şaşı bir gün ikinin bir olduğunu görürsünüz.”

KİM BUNU ‘KENDİ RIZASI’ İLE YAPABİLİR Kİ!

Muhtemelen gerçeğin kendisi değil ama bir kurmacadan bahsediyor olsak da babası ile Ahmet’in ilişkisi çok etkileyici kurgulanmış filmde. Dünyada sadece ikisi kalsa büyük olasılıkla gül gibi geçinecek bu ikiliden babayı bu eyleme zorlayan bir toplumsal baskı var. Yönetmenler asıl suçluya işaret ediyorlar sanki…
Kim ister kendinden olma birinin canını almayı? Kim bunu “kendi rızası” ile yapabilir ki! Asıl bu olgunun araştırılması gerekiyor. Sadece bunun da değil, bütün nefret suçlarının altını araştırmak lazım. Üzerimizden sosyal, kültürel, öğretilmiş ahlaki doğruları çıkarttığımız zaman geriye saf olan kaldığında birbirimizi anlamamamız imkânsız. Hele bir babanın çocuğunu anlamaması... Bütün bu çevresel faktörler, bin yıllardır bize öğretilen “doğrular”, o doğruların bize getirdiği sorumluluklar bireyi kendinden başka her şeye dönüştürüyor. Bu kendinden uzaklaşma öyle bir noktaya geliyor ki, işte gidip birinin hayatına kıyabiliyorsunuz. Filmle ilgili şunu da unutmamak gerek; bu film Ahmet Yıldız’a adanmış bir film, Ahmet Yıldız’ın filmi değil, kurgusal bir şey var. O yüzden birebir onun ailesiyle karşılaştırmak bizi doğru bir noktaya götürmez.

Ahmet Yıldız cinayetine sessiz kalan koca bir toplumun, bu cinayeti görmezden gelen, fark etmeyen insanların rolü var mı bu suçların artmasında? Tek bir katili mi var yani Ahmet’in?
Çok çabuk unutuyoruz; çok çabuk reaksiyon verip, aynı hızda da unutuyoruz. Bu karakterimiz mi bilmiyorum ama umarım değildir. Ahmet’in kendi ailesiyle olan süreci bilmiyorum tabii ki ama şöyle bir gerçek var ki bu suç üzerinden kendi fikrini söylemeyen, doğru, aklıselim noktada durmayan herkesin bunun içinde parmağı vardır, buna ben de, sen de dâhil. İnsanların kendi var oluş biçimlerinden sebep ölmemesi gerekiyor. Din, dil, ırk, cinsiyet üzerinden olan bütün olayları bir kenara bırakmamız gerekiyor. Bu sabahtan akşama olacak bir şey de değil. Devletin, ailenin, arkadaşlarımızın, eşimizin, dostumuzun sağlıklı fikirlere sahip olması, bunun için çaba sarf etmeleri gerekiyor. Yakınında gay var diye de değil ya da sadece cinsiyet konusunda da değil, bizden olmayan herkes için. Daha mutlu, daha sağlıklı bir toplum nasıl olunur ki?

Sadece bizimle ilgili değil ama sanki ötekileştirme ve nefret suçları bu topraklara, hatta daha doğuya özgü bir şey gibi algılanıyor…
Bunun temelinde bu algıyı haklı kılacak bir sürü sebep var. Bu topraklarda 30 yıldır bir kirli savaş devam ediyor. Bunun üzerinden bir öteki meselesi tartışılıyor. Dolayısıyla bunun sadece Doğu’ya, Güneydoğu’ya ait bir şeymiş gibi görülmesinin eksik kalacağını düşünüyorum. Bugün kadına şiddet konusunda yapılan araştırmalar gösteriyor ki iyi eğitimli ailelerde de şiddet var, Batı’da Doğu’dan az değil üstelik. Demek ki ezberimizi bozmalıyız. Toplumun her kesiminde, sizin hiç ummadığınız insanların evlerinde birileri birilerine şiddet uyguluyor.

GAYLERİ SAVUNMAK İÇİN GAY OLMAK GEREKMİYOR

Ahmet Yıldız cinayetinden sonra nefret suçlarına karşı bir hassasiyet oldu sanıyorum… Metin Göktepe, Hrant Dink gibi bir sembol cinayet oldu. Bir duyarlılık olması için illa kan dökülmesi gerekiyor galiba…
Ümit ediyorum ki insanlar bu vesileyle biraz duyarlılık geliştirir. Bu durumu kendimizden öteleyerek başa çıkamayız. Gayleri savunmak için gay olmak gerekmiyor. Temelinde insan olduğu zaman benim için her şey aklıselim bir noktaya geliyor, insanla ilgilenmek lazım insanların yatağı ile değil.

Filmdeki Zenne’nin (Can) annesi olumlu yaklaşıyor, onu anlıyor. Ahmet’in ailesi ise anlamıyor. Anlayan ailenin çocuğuysa güvende olabiliyor, anlamayan ailenin çocuğuysa en kötü senaryoyu getirsin aklına… Peki burada devletin hiç rolü yok mu?
Kişisel duyarlılıkların ötesinde devlet, toplu bir irade gösterip, sadece bu konuyla alakalı da değil, bütün nefret suçları için caydırıcı cezalar vermek zorunda. Aynı zamanda sosyal projelerle insanlara anlatmalı. Devletin daha fazla sorumluluk alması şart.


BİZDE BİREYSEL HUKUK DİYE BİRŞEY VAR

Fotoğrafçı Daniel’in Afgan çocukların hikâyesini batıya taşımak için fotoğraflarını çekerken ölmelerine neden olması, Ahmet’e yardım etmek isterken, bilmediği dünyanın dengelerini bozması bir ‘Batı’ eleştirisi mi?
Onların sosyal hukuku başka türlü çalışıyor. Bir sıkıntı, sorun varsa bunu devletle, polisle, hukukla çözebileceklerine inanıyorlar ve çözüyorlar. Haliyle buraya böyle bir bilgi ve birikimle geldikleri için bu toprakların da böyle olabileceğini umut ediyorlar doğal olarak. Ama her toplumun kendi sosyal yapısı var. Tam da bu noktada Ahmet’in Daniel’e söylediği gibi: “Beni anlamıyorsun, dürüstlük beni öldürecek.” Bizim topraklarımızda bireyler kendi hukuklarını işletebiliyor… O yaklaşıma filmin ince eleştirisi var.

Adliye koridorunda adam dövülüyor hatta vuruluyor burada!
İşte bahsettiğim bu. Bireyin kendi hukukunu yaratmaya çalışması tehlikeli bir şey.

HER KARAKTERİN FİNALİ VAR

Zenne ve Ahmet Yıldız karakterlerinin dengesini nasıl buldun filmde? Birinin umutlu, birinin umutsuz bir hikâyeyi temsil etmesi ve…
Daniel var bir de… Bu üçlü bir hikâye aslında. Caner’in başarısı söz konusu, bu üçlü hikâyeyi o kadar iyi birbirine geçirmiş durumda ki hakikaten çok hakkaniyetli bir senaryo bu anlamda. Hepsinin derdini anlıyoruz, tanıyoruz, seviyoruz.

Etraflarını da anlıyoruz…
Evet evet... Genelde yapılan filmlerde başrol ve birkaç tane yan karakterin finali olur ama Zenne filminde bütün karakterlerin bir finali var. Bir sürü senaryo var içinde ama hepsini bir senaryoda harmanlamak daha zengin hale getirdi işi.


VATAN İÇİN ÖLMEK DE VAR AMA BORCUMUZ YAŞAMAK

Ahmet mektubunda, ‘Yalandan kurtulduğum için onur duyuyorum’ diyor ailesine gay olduğunu açıklamasıyla ilgili. Ama filmin sloganı; Dürüst olmak bazen öldürür… Sence hangisi değerli?
Bence bir insanın asli görevi hayatta kalmaktır. Çünkü hayatta değilsen doğru konuşmuş olmanın bir manası var mı bilmiyorum. Dolayısıyla Ahmet enteresan bir örnek bu konuyla alakalı.

Askerlikten muaf tutulmak için Zenne gibi giyinmesi gerekiyor Ahmet Yıldız’ın… En zor anı bu olmalı…
Evet, kim kendi olmaktan vazgeçmek ister ki?

Çok var ama…
Bir bireyin, dürüstçe kendi olmaya çalıştığı için, hayatına son vermek bir trajedi. Bir adam sadece kendi olmaya çalıştığı için hayatta kalamayabiliyor. Bu bir yazar için de, oyuncu için de, doktor için de geçerli. İnandığın şey olamıyorsan, bunun için bedel olarak hayatını ortaya koymak zorundaysan fena.

Bir umut da var hala filmde değil mi Zenne’nin şahsında? Zenne hayatını tasarladığı gibi yaşayabiliyor…
Umut olmasın mı? “Vatan için ölmek de var ama borcumuz yaşamak.” Asli görevimiz umut vermek, sanat eserinin amacı da bu değil midir? Anneler, babalar belki de bu filmle beraber belki ekranda gördükleri çocukların hayatlarına girecekler. Onları daha iyi anlama, empati kurma şansı elde edecekler. O yüzden eminim bu filmden çıktıları zaman hayata bu anlamda daha farkında bir yerden bakacaklar. Bu bile tek başına önemli.


NE YAZIK Kİ KÜRTÇE BİLMİYORUM

Bu meseleye ilk defa boylu boyunca girmiş bir filmde oynadın, üstelik ilk başrolün... Muhtemelen milat teşkil edecek bir filmde rol almaktan memnun musun?
Çok gururluyum, mutluyum böyle bir projenin içinde bulunduğum için, böyle bir proje başıma geldiği için, bu kadar doğru düzgün ve estetik bir işin içinde bulunduğum için. Bu film sonraya kalacaksa ki kalacak benim için onur kaynağı olur.

Diyarbakırlısın, orada yaşadın mı?
Evet. Orada doğdum, büyüdüm, 21 yıl yaşadım. Adana’da Çukurova Üniversitesi’nde oyunculuk okudum. Sonra orayı bıraktım, Mimar Sinan Üniversitesi’nin sınavlarına girdim. Yaşım büyüktü seviye sınavına girdim, kazandım, birinci sınıfı okumadan ikiden başladım. Şu an bir ders bıraktım, oradan mezun olacağım işte.

Kürt müsün?
Evet ama ailede Kürtçe konuşulmadığı için Kürtçe’ye çok hâkim değilim ne yazık ki.

Ailenin oyuncu olmak istemene yaklaşımı ne oldu?
Kız kardeşim heykeltıraş benim. Bu konuda çok iyi bir ailem var açıkçası, gözü gönlü açık insanlar. Hepsi eğitimli ama okumaktan ziyade doğanın verdiği bir sağduyuları var. Çocuklarının mutlu olması için akıllarının yattığı her şeye destek olurlar. Ailem bu anlamda benimle gurur duyuyor. Ben konservatuarı kazanınca kız kardeşim heykeltıraş olmak istediğini söyledi. Biz altı kardeşiz en küçüğümüz de oyuncu olmak istiyor.

Evrensel'i Takip Et