06 Nisan 2014 08:40

Oya inanma oysuz kalma

Tüm dünyada burjuva demokrasisinin temellerine yönelik gerçek bir demokrasi talebiyle büyük tepkilerin ortaya çıktığı, bunların emek ve halk hareketleriyle kendini gösterdiği bir tarihsel dönem yaşadık ve hâlâ da yaşıyoruz.

Oya inanma oysuz kalma
Paylaş

Arif KOŞAR

İnanma derken…
- Demokrasi güçlerinin seçimlerde etkili olması için elimizden geleni ardımıza koymayalım…
- Oy verelim, yığınlardan kendi çıkarları, kendi geleceklerini kurma mücadelesinin bir parçası olarak oy isteyelim… Partiler için değil kendileri için oy vermeye çağıralım…
- Seçimlerde sandıkların başına dikilelim, hırsızlara prim vermeyelim…
- Oyumuz çalındı mı? Sonuna kadar peşinden gidelim, savaşalım…
- Meclisi, belediyeyi, belediye meclisini, halkın mücadelesini destek olmak, bu gerici düzeni ve hatta Meclisin ne işe yaradığını teşhir etmek için sonuna kadar kullanalım…
Bunların hepsi cepte…
Ama iki mesele var:
Özellikle seçimlerde HDP’ye yönelik “CHP’ye destek verme” çağrıları açısından…

Birincisi; tüm dünyada burjuva demokrasisinin temellerine yönelik gerçek bir demokrasi talebiyle büyük tepkilerin ortaya çıktığı, bunların emek ve halk hareketleriyle kendini gösterdiği bir tarihsel dönem yaşadık ve hâlâ da yaşıyoruz.
İnsanlar belirli partiler yelpazesinden bir partiyi seçip ona oy veriyor… Tabi tamamen eşitsiz koşullarda… Her açıdan: para gücü, dolayısıyla medya olanakları, propaganda ağı, insanlara ulaşma kanalları, yalanlarını savunma kapasitesi, büyük tekellerin desteği, devletin alttan alta sunduğu kolaylıklar vb.
Kimisine de; her türlü engel, baskı, tehdit, maddi olanaksızlar, medyanın kapatılması vb. şartlarda seçime giriyor.
Böyle bir atmosferde; yine de insanlar, kendilerini yeterince temsil ettiklerine inanmadıkları ama pek de alternatif görmedikleri burjuva partilerine oy verdiler. Ama verdikçe ezildiler. Halkın canını yakan, anasını ağlatan yasalar çıktı! Bu sefer itiraz ettiler… Yine ezildiler… Ama bir yanlışlık vardı! Oylarıyla iktidar yapmışlardı… İktidar olanlar da bunu söylüyor, “istediğimizi yaparız” diyorlardı. İşte Yunanistan’da, İspanya’da, İtalya’da yığınlar, hatırlarsınız, kriz sürecinde, kendi seçtikleri iktidarları sokaklara çıkarak, mücadele ederek yıktılar. Ve AB, bu ülkelerde kemer sıkma programlarını uygulayacak teknokrat hükümetler kurmaya girişti. Oy, temsil, millet iradesi falan hepsi rafa kalktı. Atananlar ülkeyi yönetti uzunca bir süre.
Yani halk; oy vermeye dayanan bir demokrasiyle yetinmedi. Hatta, AB’deki çeşitli insan hakları, sosyal haklar soslu “oy verme” düzeni de onları tatmin etmedi. Oy verdik diye kimse kafasına eseni yapamaz. Doğrudan yönetime katılmak, halkın taleplerini dikkate almadığı zaman geri çağırmak, seçimlere katılımda tam eşitliği sağlamak, gerici partilerin vesayetinden kurtulmak… Bütün bu talepleri süzerek ya da açıkça ifade etmeden, Avrupa demokrasisinin bile, aslında halkı yönetim araçlarından uzak tutmak üzere kurulduğunu haykırdılar ve onu reddettiler. Düşen oy kullanma oranları da bunun işaretlerinden birisi olarak okunabilir.
Haksız da değillerdi… Mesela Almanya-Fransa merkezli (hatta sadece Almanya) bir politika hattını tüm AB ülkelerine dayatan AB Komisyonu’nu, hangi ülkenin halkı seçiyor? Tüm dünya politikasını etkileyen, bazen belirleyen koca koca gündemlerin hazırlandığı, aslında kararların alındığı 27 kişilik komisyona atananlara dair halkın en ufak bir etkisi var mı? Yok… Ama tekeller, Alman ve Fransız devlet adamları ve çevresindekiler, devasa bir pazarlık ve kapışmayla komisyonu belirliyor…
Kısacası; burjuva demokrasisinin en ileri biçimi kabul edilen Avrupa demokrasisi, artık Avrupalı emekçilere yetmiyor… Onun sözde demokratik biçimi ve antidemokratik özü halkı boğuyor…
Bize ne?
Biz burjuva demokrasisinin töbe billah kuyruğunu bulmamışken…
Ama hayat sıra sıra ilerlemiyor…
Afrika’daki kabileler nasıl Avrupalı sömürgecilerin istilasıyla; binlerce yıllık ‘gelişim’ ve katliamları 200 senede yaşayıp en vahşisinden kapitalizme geçtiyse...
Biz demokrasiden nasibini almamışlar olarak; hem burjuva biçimsel demokrasisinin haklarını sağlayan; hem de elin Avrupalısı gibi “haklarımızı verin ama bizi siz yönetin” diyen biçimsel demokrasiye karşı “istediğini yapamazsın kardeşim” diyen bir demokrasiyi isteyeceğiz…
İyi dilek diye söylemiyorum…
Bunu yapıyoruz…
Gezi’de bunu yaptık.
“Evet, oyların yarısı aldın ama her kafanı eseni yapamazsın, burası park kalacak” dedik. Yaptırmadık…
Ama kurumsallaşamadık...
Yine de demokrasi bu… Bunu demek, istemek… Ve imkansız değil: bunu başarmak… İşte Gezi…
Sonuçsa:
Gerçek demokrasinin; ancak halk mücadelesiyle olacağını, şu ya da bu düzen partisine irade ve oy teslimiyle olmayacağını gördük… Gezi ve sonrasında bizzat yaşadık… İşte mücadele üzerinden şekillenen BDP… İşte eksiğiyle gediğiyle; hâlâ olmamışlıkları ve elbette bir dolu olumlu özellikleriyle; ama en önemlisi iki kutuplu düzen mıknatısı karşısında bir demokrasi ve mücadele cephesi olmasıyla; HDP…
Oy da; emek ve halk hareketini güçlendirmek için…
İşte bu yüzden oysuz kalma…
Kurtuluş için değil…
Kendinden ve halkın gücünden başkaca demokrasi yolu yoktur…
İşte bu yüzden de kaderini oya bağlama…

 SANDIK: BİR HAKKIN HAKKINDAN GELİNME HİKAYESİ…

İkincisi bütün düzen güçleri açısından seçimlerin, sandığın AKP örneğinde görüldüğü gibi “meşruiyetin temeli” olarak şekillendirilme çabası.
Oy hakkı mücadelesi…
İşçi sınıfının en onurlu, en ısrarcı, en sınıfsal mücadelelerinden birisi oldu… Bunun süzülmüş örneği 19. yüzyıl başında İngiltere’deki Çartist harekettir. Dönemin Çartistleri, sermayenin işçi sınıfını siyasetten uzak tutmak için yaptıklarını, müthiş bir bilinç açıklığı ve inanılmaz bir netlikle sergiler. Charles Dickens’in Zor Zamanlar romanında bir işçinin ağzından dökülenler; dönemin İngiltere’sinde patronların tutumu karşısında işçinin duygusunu yansıtıyor:
“Dostlarım, Coketown’un mazlum işçileri! Dostlarım ve sevgili hemşehrilerim, demir yumruğun köleleri ve despotizmin öğüttükleri! Dostlarım ve dert ortaklarım, mesai ve yol arkadaşlarım! Size sesleniyorum, bizlere baskı yapıp ailelerimizi darmadağın ederek kaşlarımızın arasından akan terin, ellerimizin ürettiği emeğin, kaslarımızın gücünün, Tanrı’nın yarattığı insanlığın görkemli haklarının ve kardeşliğinin kutsal ve ebedi ayrıcalıklarının üstünden geçinenleri parçalayacağımız ve birleşmiş tek bir güç olarak birbirimizin etrafında toplanacağımız zaman yaklaşıyor.”
Ve işçi sınıfı 20. yüzyılın başına geldiğinde genel olarak oy hakkını sağlamıştır. Mesela Almanya Sosyal Demokrat Partisi (o zamanlar “sosyal demokrat” kavramı komünist anlamında kullanılırdı) 19. yüzyılın sonlarında 3 milyonun üzerinde oy almıştı. Ama kadınların oy hakkı yoktur. O da mücadele ister… Kadınlar da mücadele eder ve kazanır.
Ama kapitalizmde her hak gibi bu hak da iki yönden defoludur…
1.Eşitsiz koşullardadır… Bir yanda devasa olanaklara sahip ve devlet tarafından desteklenen partiler ve düzen güçleri, diğer yanda ise düzenin tüm ekonomik, siyasal, ideolojik ve kültürel yapısına karşı çıkan güçler… Bu bir bakıma Lenin’in ‘cuk oturan’ örneği gibidir. Emekçinin ulaşım hakkı vardır. Feodal dönemdeki gibi ülke içi aşılmaz sınırlar yoktur. Hatta vize alıp dünyayı da gezebilirsin. Ama kaç emekçi dünyayı gezmiştir? Dünyayı gezme hakkı sermayenindir. Seçme ve seçilme hakkı da böyledir. Ancak mücadele ve güçle olur. Ancak fazla kazanacağın zaman da seçimler zaten yapılmaz. Hem burjuvazi yaptırmaz, hem de emekçi sınıflar pek gerek duymaz…
2.Daha önemlisi; bugün sermaye iktidarının temel meşruiyet aracı sandıktır. Tüm dünyada yönetenler, yönetme gerekçelerini artık mizansene dönüşmüş bir sağ bir ‘sol’ düzen partisi arasında gidip gelen seçimlerle oluşturmaktadır. Sermaye iktidarına ‘saygı’ duyulması, “seçimleri kazandı, tebrikler” denmesi, “beğenmezsen bir sonraki seçimde cezalandırırsın” biçiminde 5 yılda bir oy kullanmaya indirgenen demokrasicilik, “sandık ve millet iradesi” propagandası… Sermaye için halkı yönetmenin sadece siyasal değil ideolojik gerekçesidir sandık…
Burjuva siyasal yönetim biçimlerini ilk defa derli toplu ifade eden düşünürler aslında çok açık söylemişlerdi. Mesela Hobbes; “birbirinin kurdu olan” insanların kendi iradelerini bir egemene yani devlete teslim etmelerini zorunlu görüyordu. Rousseau da, yönetici ister kral, ister meclis olsun; hangi sınıfın yönettiğine bakmadan, mutlaka halkın iradesi anlamına geldiğini ifade ediyordu. İşte bu siyasal yönetime, bir de genel seçim eklendi mi? Kendisini yönetecek (ve ezecek) egemenini halk kendisi seçmiş oluyordu…
Bazı hakları (uğruna büyük ve tarihsel mücadeleler verilmiş bazı haklar da dahil) burjuvazi kendi iktidarının belkemiği haline getirir. İşte oy hakkı, ‘sınırları’ zorlamadığı sürece sermaye iktidarının günümüzdeki en büyük meşruiyet araçlarından birisidir…
“Seçim demokrasinin tek göstergesi değildir” tartışmasını hatırlarsınız. Önemlidir… Ve hangi koşullarda seçim? “İradenin devri olarak seçim” biçimindeki düzen paradigmasına karşı halkın iradesi olarak seçim… Yani geri çağırma, yönetime katılma, karar alma, kararları uygulama, denetleme iradesinin bir aracı olarak…
Buna halk hazır mı? Belki değil… Zaten memleket o yüzden bu halde… Ama başkaca da çare yok… Ve elde var Gezi… Umutsuzluğa mahal yok…

ÖNCEKİ HABER

Kleptoman AKP

SONRAKİ HABER

30 Mart Vak’ası: Vaka-i desise

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...