6 Nisan 2014 08:35

Kılıç, sancak, meşruiyet!

Aydın ÇUBUKÇU

Saçma sapan bir tartışmaya zorla sokulmuş olmamızın sarsıntısı devam ediyor. Bin yıllardır insan soyunun toplum halinde yaşamaya başlamasının getirdiği kimi yerleşik kuralların ve ilkelerin geçerliliğini konu edinen bir tartışma bu. Bir açıdan yıkıcı, sorgulayıcı gibi görünüyor, bir yandan da toplumsal genetiğimizin kodlarını bozduğu duygusu vererek “ortak akıl, vicdan, ahlak” gibi kavramlara güvensizlik yaratıyor. Kimileri, “din bu mu, Müslümanlık bu mu” gibi soruları ortaya atarak bozuşmanın ve yıkımın içeriğini en genel ve o kadar da kışkırtıcı bir “kabul edilebilirlik” çerçevesinde görünür kılmaya çalışıyor. Böylece “meşruiyet” kavramının anlamını ve geçerliliğini soyut, tarih dışı, nesnel-maddi ilişkiler zemininin ötesi bir yerde arıyor. Bize yukarıdan, güncel ilişkilerimizin üstünden bakan bir işlevle donatıyor “meşruiyeti” ve ondan yargı bekliyor. Sonuç hayal kırıklığı, umutsuzluk ve öfke oluyor. Çünkü oradan bir şey gelmiyor, gelmeyecek.
***
Meşruiyet kavramı pek çok bakımdan tartışılabilir, ama sonuca bağlandığı yer nesnel toplumsal ilişkilerdir. Çünkü hem kavramın içeriğine, hem de o somut tarihsel anda neyin meşru olduğu, neyin olmadığına karar veren bu alanda karşı karşıya gelenlerin gücüdür.  Kısaca, her kim güçlüyse, meşruiyetin içeriğini ve dayanaklarını belirleyen, yargılayan ve karar veren de o olacaktır. Olağan koşullarda bu genellikle iktidar sahipleridir. Marx’ın “her dönemde egemen düşünceler, egemen sınıfın düşünceleridir” derken kastettikleri arasında bu da vardır.
Bir düğüm noktasında düşünmekte yarar var. Toplumsal karşıtlığın en keskin biçimde göründüğü, her sorunun en uç noktada tartışılıp karara bağlanmaya çalışıldığı anlardan biridir ayaklanma.
Ayaklananlar “kabul edilmesi için geçerli koşulları ve özellikleri yitirmiş” bir iktidara karşı olduklarını, iktidar sahipleri ise, ayaklanmacıların “bütün yerleşik kurumlar tarafından geçerliliği onaylanmış düzene, dine, törelere, otoriteye başkaldırmış gayrimeşru güçler” olduğunu söyleyeceklerdir.  Bütün insanlık tarihi içinde, dünyanın neresinde olursa olsun, bütün ayaklanmalarda karşı karşıya gelenlerin söyledikleri tastamam bundan ibarettir. Ne bir kelime fazla, ne bir kelime eksik…
 “Meşruiyetini kaybetmiş bir iktidar” ile “çapulcular, din, devlet, düzen, vatan aile düşmanı gayrimeşru güçler” karşı karşıyadır! Hangisi kazanırsa kazansın, sonunda savaşı kazananın meşruiyeti kazanacaktır!  
***
Osmanlı’nın başlangıç dönemlerinde, bir bölgeye timar sahibi bey olarak gönderilmiş olan güçlü kişi, halktan vergi istemeye, asker yazmaya geldiğinde, “bu da nereden çıktı” diyen zıpçıktılara kendini kabul ettirmek için önce iki alamet gösterirdi. Birincisi “kılıç”, ikincisi “peygamber sancağı”! Yüzyıllar sonra kimi teorisyenler tarafından “zor ve ideoloji” olarak kavramsallaştırılacak olan bu iki simgeyi bu toprağın insanları, Osmanlı’dan önce de, sonra da başına geçen her iktidarın kimliğinde binlerce yıldır tanıyordu. “Bin Tanrılı Hitit Kralları” da, Allah’tan başka ilah olmadığını tekrarlayıp duran tek tanrıcı sultanlar da, kılıçlarının yanında ideolojik sancaklarıyla başımıza geçtiler. Yalnızca burada değil, insan olan her yerde “devlet” diye ortaya çıkan her örgütlü güç, halklar üzerindeki egemenliğini bu iki güce dayandırdı.  
Soyutlayınca görünmez oluyor. Zoru görünür kılan, en basit haliyle “silahı elde tutma ve kullanma tekeli”dir. Öldürme, hapsetme, sürme, yasaklama yetkisine sahip olma ve bundan sorumlu olmama üstünlüğüdür. Kitleleri yönetme adına korkuyu egemen kılmanın bilinen en etkili ilk aracı bu.
“İdeoloji” ise, soyut heyulalar kokteylidir! Kutsal kılınmış nesneler ve inanışlar vardır içinde. Töreler, alışkanlıklar, ahlak kaygıları, vatan, bayrak, aile gibi kavramlar… Zorun işleyebilmesi için bunlara dayanması, bunların içinden doğduğu ve bunlar için var olduğu duygusuyla birleşmesi gerekir. Bu sağlandığında, halk üzerinde hâkimiyet isteyen bir iktidar kendi meşruiyeti için başka bir kanıta, başka bir araca ihtiyaç duymaz.
Önemli olan, hangi somut durumda bunların hangi oranda karıştırılarak bireşim sağlanacağıdır. Tarihsel deneyim gösteriyor ki, iktidarlar sıkıştıkça her ikisinden de en yüksek dozda kullanmayı seçmektedir. Ne kadar şiddet, o kadar din, vatan, bayrak… Kılıç ne kadar keskinse, sancakların sayısı da o kadar çok olmalı… Son seçimlerde iktidar partisinin mitinglerinde ve reklam filmlerinde gördüğümüz bayrak sayısıyla, muhaliflere sıkılan gaz fişeği, toma suyu ve sallanan cop sayısı arasında tutarlı bir oran olduğu herhalde tespit edilebilir. İşi olmayan saysın, ama görünen budur. Ve herhalde şu da görülecektir ki, ikisinin ortaya koyduğu oran, seçimlerde alınan oy yüzdesi ile bir biçimde ilişkilidir! Bunu ifade edebilecek bir matematiksel model olup olmadığını bilmiyorum, ama yine öyle görünüyor ki, bunların toplamı,  ya da çarpımı yeni bir meşruiyet algısıyla sonuçlanmaktadır.
Hz. Musa’dan beri en temel on ilkeden biri kabul edilmiş olan “çalmayacaksın” emri, bu işlem sonucunda “çalanın önüne yatacaksın” halini alabilmiştir. Sonucun matematiksel kesinliğinden adları gibi emin olanlar, hiç korkmadan, hiç çekinmeden halkın karşısına birlikte çıkabilmişlerdir. Hayret ve utanç içinde kendilerini izleyenleri, bu şaşırtıcı deneyin daha ne gibi uygulama alanları olabileceği sorusuyla baş başa bırakarak!
***
Tarihin akışı içinde değişen toplumsal ilişkiler, ekonomik, teknolojik gelişmeler, bir zamanlar meşru olanın gayri meşru hale gelmesine ya da tersine yol açabilir. Bu işin evrime tabi yönüdür. Akış içinde çoğu kez farkına bile varılmaz. Ama meşruiyet algısı, olağanüstü koşullarda devrimci tarzda da değişebilir. Kabul edilemez bir durumu, bir düşünceyi, bir davranışı makul, olağan, gerekli gösterebilmenin illüzyonistçe yolları da bulunabilir. Ama gözbağcılıkla, el çabukluğuyla elde edilen bu sonuçlar bir sabun köpüğünden daha uzun ömürlü olamaz. Sonra her şey kendi tabiatına döner. İllüzyonistleri tavşan çıkardıkları şapkanın içine sokarak!

Evrensel'i Takip Et