09 Ekim 2016 05:10

Zamanla geçer!

Bora Abdo 5 günlük gözaltı sonrasında serbest bırakılan Murat Özyaşar’ı yazdı.

Paylaş

Bora ABDO

Bu yazı nasıl yazılır artık biliyorum. Bozarak. Önce bir deyimle başlanıyor içten içe. Söylenemiyor sevinç, dile getirilmekten utanılıyor. Yazılmaktan da. Henüz özgürlüğüne kavuşmamış binlerce insan varken, sevinmek de boğazda hemencecik düğümlenip, kararıyor. Telefonu kapatır kapatmaz. Bir dostun sesini duymak, sağırlaştırıyor da. Akıl, hafıza başka bir yerden seni incitmeye ve acıtmaya başlıyor. Soruyorsunuz; İyi de neden altı gününü çaldınız? Ve yıllardır suçsuz yere ömrünü çaldıklarınız. İsimlerimize, ömürlerimize sindirdiğiniz bu karanlık tutsaklığı aşmak, yırtıp atmak elbette devrimciliğin şanındandır da siz peki? Sorgulayanlar. Sorgularken onların bir yazar ve kitapları, öyküleri olduğunu bilmeyenler. Bir hayatları olduğunu anlamayanlar. Siz kimsiniz? Neden varsınız?

Son zamanlarda artık anlamlarını yitirdiğini düşünüyordum bazı sözcüklerin. Adalet diyordum misal ve ne anlama geldiğini bilmiyordum. Umut, diyordum, onu da bilmiyor ve bu sözcüğün tamamen mutlulara ait olduğunu düşünüyordum. Umutsuz, adı üstündeydi, olmadığı için anlamını da bilmiyordu. Barış. Onu da artık isteyenlerin ve bilenlerin sayısı azaldı. Bunu bize hatırlatanlara da ölesiye bağlılığımız hep filizleniyor ama. Kendi adıma Murat Özyaşar deyince aklıma yüzlerce uğuluğulsözcük geliyor. İçleri dolu dolu.

Murat Özyaşar’ı yazmak. Hem çok zor hem çok kolay. Ama hakkında sayfalarca yazma isteği uyandıracak kadar da sonsuz. Bu anlatılır gibi değil. Belki yazanlar bilir, bazen son noktayı koyduğunuzda bile içe sinmemiş ve eksik bir şeylerin olduğunu hissedersiniz metninizde. Murat’ın hakkında yazmak tam da böyle bir şey. O yüzden daha çok ve daha uzun yazmak istersiniz. Ben bu yazıyı bitirdiğimde de aslında hiçbir şey yazamadığımı anlayacağım. Bu yüzden ve bu gözle yazmak metni kendi içinde yaralayacak. Bunun için çok üzgünüm.

Murat Özyaşar’ın öykücülüğünü yazmak sanırım gösterebileceğim en tuhaf cürettir. Bu beni aşar. Yeltenemem.

Yine de öykülerinde, Türkiye’nin sınırları içinde kalan ama “Ülkenin Güneydoğusu” ya da “Bölge Halkı” diye uzak ve soğuk bir tabirle nitelendirilen, hep bir şekilde devlet milliyetçiliğini kalplerinde de sürdüren insanların sözü geçtiğinde “orada” olmuş dedikleri “ora” nın insanlarını, korkularını, kayıplarını “bura”ya hassas bir dille anlattığını belirtebilirim. Bu kadar dar bir çerçeveye sığdırılarak anlatılmaz elbette onun öykücülüğü. O insanı anlatır bize. Çıplak insanı. Bunu da olabildiğince umut ve iyimser bir bakışla gösterir.  Ama merak ederim neden bunca yoksulluğu ve acıyı bu kadar derinden bilen yazarlar yine de ne yapıp edip bir umut ve mutluluk duygusu bırakırlar okurlarında? Sanırım Murat Özyaşar’ın en büyük yazarlık becerilerinden biridir bu. Sözü, dili, ve edebi meselesi yol olur yolunuza.

Bir öykücüyü ya da yazarı neden seviyorum diye ara ara meraklı okuyucular da benim gibi kendine sorar diye düşünürüm. Yazdıklarından severiz. Belki şimdilerde sosyal medyayı kullanma ahlakından dolayı severiz. Belki kısacık bir an bir yerlerde, misal imza gününde karşılaşmışızdır da sıcacık gülümseyivermiştir, oradan severiz. Bunun sebepleri saymakla bitmez. Ama ben bir okur olarak en çok yaşadığı hayatı bildiğim ve anladığım ve kendi hayatımla benzerlikler bulduğum yazarları daha çok severim. Bu bakış ve sezgiyle ilgilidir. Metinlerine sızan duyarlığı ve acıyı da ilk sözcük seçiminden itibaren görürüm. Okuyucusu olduğum yazarın kadehi tutuşu da bir türküyü mırıldanışı da başka bir anlama ve sevgiye bürünür. Murat Özyaşar’ın öykülerinin içinde gezinen karakterlerinde yoğun biçimde kendini hissettiren öfkeli ve kırılgan diyaloglar, derdi ve kederi olması gerektiği yerin çok çok daha derinlerinde kavrayan bakış, onun bir deniz manzarasına ya da herhangi bir nesneye, eşyaya bakışıyla aynı dünyadan görebilme içtenliğini gösterir. Benim için metinlerini de değerli kılan en belirgin yanı budur. 

Şimdi Murat özgür. Karısına, kızına, ailesine kavuşacak. Dostlarına da. Ne yazık ki yaşadığı altı karanlık günün izlerini silmek ve hiç yaşanmamış gibi yeniden güneşe alışması zaman alacak. Ama biliyoruz ki Murat dirençli ve güçlüdür. Yine umutlu ve iyimserdir. Ve ışıldatacaktır yine yazdığı her cümleyi. 

Hoş geldin kardeşim. Senin cümlelerinle bitirmek bu yazıyı nasıl bir onurdur bilemezsin.

“Babam ölünce, bize “yetim” dediler sonra. Bir acının, ismine alışma telaşıydı bu. Bir gövdenin acıyı bulma çabası. Başımızı okşayan eldendi, bize nasihat kaldı: “Zamanla geçer!”

Ama bulandı aklım, bilemedim, yine de sormak istedim: Ölen babanın ardından zamanla ne yapılır?

Yağmurun hakkı yoktu bunu yapmaya, çatının, rüzgârın. Ama hepsi el birliği edip eve sağlam bir yara verdiler. Evin ilk yara alışıydı bu. Toy aklım, sarsak ellerim; yaranın eve, evin yaraya alışma haline zamanla tecrübesiz bulaştı. Gözler çokça tuz, eşyalar bir hayli toz biriktirdi. Ev durdu, hiçbir yere gitmedi, dünya onun önünden aktı. 

Acz nedir, mucize kime görünür, gördük.

Babam gidince gördük, avlu tenha, geriye dikili bir taş kaldı. İki küçük parantezle çevrilmiş bir ömür. O taşı yine de her perşembe evin direği olarak gördük.”

Sarı Kahkaha, Kriz-Doğan Kitap

ÖNCEKİ HABER

Direnen ses: Sennur Sezer

SONRAKİ HABER

Yokluğunda Sennur Abla

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...