28 Ağustos 2016 04:45

Doğanın iade-i itibarı

Her Land Art (Arazi sanatı) eseri de tıpkı hayatlarımız gibi hem bir direniş, hem de bir teslim oluş hikayesidir.

Paylaş

Başak ŞAHİNDOĞAN

Doğa ve insan arasındaki serüven çağlar boyu bir direnişin hikayesi olmuştur. 

Kimi zaman insan doğanın çetin koşulları içinde var olmaya direnirken, çoğu zaman da doğa insanın varlığını sürdürmek için yaptığı müdahalelere direnmek zorunda kalmıştır. Ancak insanın direnişi son yıllarda var olmak çabasının ötesine geçerek ‘daha çok ve kolay tüketmek’ için bir tür sömürme mücadelesine dönüşmüştür.

Doğa çağlar boyu tüm nimetleri ile insanlara yaşamını sürdürebilmesi için gerekli her şeyi sunma cömertliğini gösterirken, buna karşın insan doğaya teşekkürünü onu pek de memnun etmeyecek bir şekilde sunmuştur.

Özellikle Sanayi devriminden sonra insanların yaşamını sürdürme algısı büyük ölçüde değişmiştir. Fabrikalar patron ve işçi sınıflarını, gelişen teknoloji de; kentlere göçü, bu göç de kaçınılmaz olarak betonlaşmayı, yeni yolları, sayıları her geçen gün artan otomobilleri ve yeni enerji kaynaklarına olan ihtiyacı beraberinde getirmiştir. Yüzyıllardır kendini yenileyen ve geliştiren doğa, son çağlarda insanların kurguladığı bu yeni yaşam döngüsüne yer açma çabasıyla tahrip edilmeye başlamıştır. İnsanların doğayı sömürmeye hakları olduğu düşüncesi ve zararlı müdahaleleri ile doğa büyük ölçüde kendini yenileyemez hale gelmiştir.

Son yüzyıla gelindiğinde artan savaşların, darbelerin, sömürülerin, ırkçılığın ve katliamların toplumlar üzerinde oluşturduğu baskı, aynı zamanda yüzyılın ikinci yarısında kitlesel başkaldırıları da beraberinde getirmiştir. Sömürge ülkeler ardı ardına bağımsızlıklarını ilan etmiş, insanlar din, dil ve ırk ayrımı olmadan eşit ve özgür bir yaşam sürdürme taleplerini sokaklarda eylemlerle haykırmaya başlamış, halklar kapitalizme ve burjuva sınıfına seslerini kitleler halinde yükseltmişlerdir. Bu süreçte doğa algısı da yeniden şekillenmiştir. Bu kitlelerin bir parçası olan sanatçılar tüm bu gelişmelere kayıtsız kalmayarak 1960’lı yıllardan itibaren önce Amerika’da ve devamında tüm Avrupa’da yeni bir türde sanatsal faaliyetlerde bulunmaya başlamışlardır. 

Land-art (Arazi sanatı) adı verilen bu yeni sanat akımında, sanatçılar eserlerinde doğaya ait materyalleri kullanırlar. Bu suretle doğadan aldıklarını doğaya katarak ona verdikleri zarardan ötürü bir nevi doğanın gönlünü almaya çalışırlar. 

Bu sanat akımında üretim yapan sanatçılara göre sanat, doğadan kopuk, steril ve sonlu alanlarda yaratılmamalı, aksine doğaya armağan edilmelidir. Land-art sanatında esas olan; eseri, doğumla ölüm arasında varlığımızı sürdürdüğümüz doğaya beğendirmektir.

Land-art akımında sonsuz sergi alanı olan doğa, eseri kendi istediği şekle sokar, değiştirir, dönüştürür ya da kendine katar. Eser bittiği andan itibaren doğanındır. Doğa durağan olmadığından eser her mevsim ve anda farklılaşır. Aynı yerde aynı şekilde duran eser o anki koşullara göre sürekli değişim geçirmek durumundadır. Bu akımda sanatçı doğanın sonuçla değil süreçle ilgili olduğunu düşünerek zaman kaygısı duymadan yaratır. Sonunda ise eser gider, sanat kalır. 

Land Art bir yönden doğa ile bütünleşmeyi amaçlarken, diğer bir yandan da sosyal adalet, doğrudan demokrasi ve şiddet karşıtlığı gibi bazı olguları da sahiplenir.

Bu akımın bazı temsilcileri galerilere, salonlara, duvarlara kısacası “kapatılmış alanlara” sığma çabasına da bir tepkidir. Bu yönü ile de müzeleri hapishanelere ve bakım evlerine benzetirken, aynı zamanda küratörlerin kendi sınırlarını bir sanat eserine dayatmasına da karşı çıkarlar. Bu nedenlerle sanatçılar, özellikle karşılarında durdukları kapitalizme olan tepkilerini göstermek amacıyla sanatı; galerilerden, müzayedelerden, kısacası sanatın ticari gelir unsuru olduğu tüm kurumlardan çıkararak doğaya taşımışlardır. Bu sayede sanat, yalnızca galerilerde belli kişiler tarafından belli zaman aralıkları içerisinde sunulan bir iş olmaktan çıkıp, dünyanın herhangi bir yerini sergi alanına, doğanın sanatçılara sunduğu her türlü malzemeyi de boya ya da fırçaya dönüştürebilmektedir.

Bu akımın sanatçıları akımın ortaya çıkış amacına paralel olarak hiçbir maddi kaygı gütmezler. Pek çoğu yapıtlarını icra ederken kendilerine sponspor olmak isteyen şirketleri geri çevirirler. Sanatçılar yapıtlarında şekil, alan, materyal ve  felsefe ayrımına gitmiş olsalar da hepsinin ortak amacı sanatı kapitalizmden, kapalılaştırmaktan ve tüm değer yargılarından uzakta protest olarak icra edebilmektir.

Sanat hiç şüphesiz yaşamımızın bir parçasıdır. Her Land Art eseri de tıpkı hayatlarımız gibi hem bir direniş, hem de bir teslim oluş hikayesidir. Sanatçı ve eser doğadan gelen her etkiye büyük bir dinginlik ile teslim olurken, insan ve toplum kalıplarından gelen her türlü sınır ve baskıya beraberce direnmektedir.

Unutmayalım ki; çocukluğumuzun kumdan kaleleri, kardan adamları ve taşlar dizerek inşa ettiğimiz evcilik evlerimizle hepimiz çok eskilerde birer arazi sanatçısı idik. İnsanların ve doğanın sömürülmesine karşı olan bu sanat akımı da çocukluğumuzun bu oyunlarının sürdürülerek doğanın ve insanın iade-i itibarının özgür ve özgünce geri verilmesidir.

Arazi sanatı aslında hepimizin hayatının hikayesidir…

ROBERT SMİTHSON- SPİRAL JETTY 

LAND-art akımının en bilinen sanatçılarından olan Robert Smithson, Utah’daki Büyük Tuz Gölü kıyısında, terk edilmiş bir endüstriyel atık alanına 1970 yılında inşa ettiği Spiral Jetty (Spiral Mendirek) için kilometrelerce öteden tonlarca taş getirmişti. Spiral Jetty’yi bitirdikten sonra belli aralıklarla yukarıdan görüntülerini fotoğraflayıp video kayıtları da yapan Smithson, dalgakıranın mevsim değişimlerine karşı son derece duyarlı olduğunu, su yosunlarının miktarı ve göldeki tuz tabakalarına maruz kalan kayalıklar nedeniyle suyun renginin değiştiğini fark etmişti. Özellikle spiralin iç kısmında kalan suların kırmızı bir yosunla kaplanması ona kanayan dev bir canlı görüntüsü kazandırmıştı, başka bir deyişle Spiral Jetty, doğayla iletişime geçmiş ve canlanmıştı. 

WALTER DE MARİA – LİGHTNİNG FİELD 

NEW Mexico Çölü'nde 1977 yılında yaptığı 'Şimşek Tarlası' adlı eseri, Walter de Maria’nın başyapıtı olarak görülmektedir. Sanatçı çölün ortasına belli bir düzenle yerleştirdiği dört yüz paslanmaz çelik direkle gök hareketlerini kontrol etmeyi hedeflemiş ve bunu başarmıştır. Dünyanın birçok yerinden bu şimşek denetçisini izlemek için gelenler, ışık yansımalarının bu derece çarpıcı bir biçimde bir araya gelmesini şaşkınlıkla ve hayranlıkla izlemektedirler. 

CHRİSTO VE JEANNE CLAUDE - PONT NEUF 

SANAT kariyerlerindeki asıl özdeştikleri çalışmaları paketleme olan Christo ve Jeanne Claude çiftinin, Paris’teki Seine Nehri üzerinde bulunan tarihi köprü Pont-Neuf’e 1985 yılında yaptıkları paketleme için izin alma süreçleri tam dokuz yıl sürmüştü. Alışılagelmiş bir stil kullanılarak yapının tamamıyla gizlenmesi yoluyla yapılan paketleme sanatı için Christo, “Yaptıkları sanatın kimsenin satın almayacağını, bunun kimse tarafından ısmarlanmayacağını ve sadece kendileri istedikleri için gerçekleştirdiklerini” ifadelerini kullanmıştı.  


ANDY GOLDSWORTHY

ESERLERİNİ doğanın kendi akışından yararlanarak oluşturan Andy Goldsworthy’in 1998 yılında Bamboo Japonya’da yaptığı çalışma. 

Goldsworthy heykellerini sanatın doğanın içine geçmesi olgusuna dayanarak tamamen doğada bulduğu malzemelerle yapar ve asla yaşayan hiçbir canlıya zarar vermez. Eserleri doğanın içinde insana dingin bir huzur verir. Goldsworthy, sanatını; “Bence bakma, dokunma, malzeme, yer ve form, bunların tümü sonuçlanan işten ayrılmaz. Birinin nerede durup, diğerinin nerede başladığını söylemek zordur. Yer, havanın ve mevsimlerin belirlediği yönde ilerleyerek bulunur. Ben, her günün bana sunduğu fırsatları yakalarım. Eğer kar yağıyorsa, karla çalışırım, bu yaprak dökümünde yaprakla olacaktır. Rüzgarda salınan bir ağaçta, ince ve kalın dallar kaynak olur. Bir yerde durur veya malzemeleri toplarım; çünkü keşfedilmesi gereken bazı şeylerin varlığını hissederim. İşi orada öğrenmeye başlarım” sözleriyle açıklamaktadır.

ANDREW ROGERS- HAYATIN RİTİMLERİ


ANDREW Rogers’ın dünyanın 13 farklı ülkesinde gerçekleştirmiş olduğu “Hayatın Ritimleri” adlı land-art projesinin Türkiye ayağı olan Kapadokya’daki “Zaman ve Mekan” isimli projenin yapımına, 2007 yılında başlanmış ve proje 2010 yılında sonlandırılmıştır. Kapadokya halkından 230 kişinin de emeğiyle 11 bin ton taş kullanılarak tek tek elle yapılmış olan sekiz eserin birbirlerine uzaklıkları yaklaşık olarak iki kilometre kadardır.  At, Kibele, Düven Taşı, Melek Yüzlü Kuş, Hayat Ağacı, Çift Gövdeli Tek Başlı Aslan, Taş Devri ve İlk Tapınak isimli eserlerin hepsini birden uzaydan bakılınca bir bir arada görmek mümkündür. 

ÖNCEKİ HABER

Kuzu

SONRAKİ HABER

Rakıya limon sıkmak

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa