16 Ağustos 2015 04:26

C. Hakkı ZARİÇ

Ama zor
Ama kolay
Yoksulduk
Dünyayı sevdik
     Arif Damar

Çünkü zamana soru soran gençlerin sesiyle kendinden geçen zeytin ağaçları göğe doğru yükselirken orada yeşilin güvende olduğunu mırıldanır türküler.
Yamaçta coşkuyla ses veren rüzgârın dilinde o bilindik sevecenlik. Herkesin alnında biriken teri okşar usulca. Bir annenin elidir aslında. Henüz çekip gitmemiş bir sevgilinin akla hayale sığmaz sözcükleridir. Aklını başından alır insanın. Sabahı kalabalık kılar.
Güneşin doğduğu yerde usulca uykusundan uyanan deniz, maviyi armağan eder mahmur gözlerine çocukların. Belki Çorum’dan gelmiştir ve gece uykusuzdur. Pembeye kırgınlığı çoğaltır belki, kırmızıya gönül koyar ve çayın demini yudumlar usulca.
Elleri kocaman sevinçler yaratmak için, ekmeği mutlu kılmak ve tozu sevmek için bir araya gelmişlerin evden uzakta büyüttüğü düşler sarar seherin tenini. O belki “inek obası” sesiyle uyanmanın ve gülümsemenin sesidir. Suya armağan edilen avcun ve yüzün sesidir, sabun kokusudur, ıslak saçlarıdır bıçkınların.
Bir şairi kucaklayan işçinin kalın camlı gözlüğünden ve beyaz şapkasından süzülen narinliktir orada sorular. Kim arasa bulamaz gizli sözcükleri. Şairin olduğu yer işçinin ellerinde sakladığı tılsımdır. Çünkü unutulmaz olan, olanı olduğu gibi değil, olanı güzel anlatmanın seyridir. Güzeli güzel değil, güzeli olduğu gibi anlatmanın seyridir zaman. Ki ancak o zaman hücum borusu çalar gözyaşları. İşçinin şairi kucakladığı yerde utanır takvim yaprakları.
Doğacak çocuğuna “rahmetli babasının adını” vermeyi şart koşan heykeltıraşları ya da sinemacıları buluşturan bu tılsımdır işte. Biçimi yormanın, edayı yokuşa sürmenin anlamı başka bir sevince bürünmüştür. Ne taksit, ne kredi kartının son ödemesi. Kilden güne gülümseyen Marx’ın yanımızda, yakınımızda olması bundandır. Bundandır konuşmaya çekinenlerin gölgeliklerde yalnız olmaması.
Uzatmış ayağını hamağa cırcır böceklerinin sesini seviyor. Doruklara bakıp içli bir türkü söylüyor mırıltıyla. Öteki fotoğrafın sesiyle anlatıyor görüntünün gerçekliğini. Işığın ve gölgenin verdiği bütün olanaklara güvenesi geliyor insanın.
Haa, olmaz mı? Olur! Onca sözcük bir araya gelir de saatlerce, seyrek saçlarını güneşte yorarak konuşur herkesin fena halde dikkatle dinlediği. Son tahlilde içtenlikli gülümseyiş kalır saatlerden geriye. Anlamasak da iyi şeyler söylediğine kuşku yok. Barikatlar boyu kardeşiz sanki, birbirimize yaralarımızı gösteriyoruz. Metal işçilerinin kumanyasını dağıtıyoruz sanki. Öyle bir çoğul sevecenlik; öyle bir gökkuşağı meydanlar. Ne olur sanki biraz daha yakın olsa olgular ve kavramlar. Olmasın varsın, insan anlamadığından da yanıt verebilir bazen içindeki gümbürtüye.
Su sanki çocukluğu şairin. Damla şair olmaya teşne. Uzanıp saçlarını seviyoruz imgelerin. Büyük hayalimiz dergi çıkarmak. İtiraz etmenin kollarında uyuduğumuz geceleri biriktiriyor yıldızlar. Belki biraz göstergebilim, Sabahattin Ali, Nâzım ve Saman Sarısı sayfalar. Kimin ilk gençlik yılları bu bizim telaşımız? Almış gidiyor başını. Gitsin! Durması ve olduğu yerde gidiyormuş gibi yapmasından evladır düş kurmanın ve üstüne gitmenin gece yarısı şarkıları. Herkes kendi anadilinde karşı gelsin madem. Herkes davulun sesinde anadilini arasın. Bir notayı ya da Enternasyonal’i kendi dilinde söylesin herkes. İşte o zaman Suruç’ta olan biten ve patlayan ses verir içimizde. Ekmek utanmaz nedenlerinden. Nakaratlar bulutlarla boy ölçüşür, zift ile sınanan adamlar gülümser yüzümüze. Bundan uzun boylu yalnızlıklar konaklamaz kederimizde.
Sonra gidip bir ağaca sarılmanın, bizi korkunun diliyle ihtar edenin ve reklam satanın karşısına dikilerek nedenler çoğalttığımızı anlatırız birbirimize. Diyalektik ne büyük bir soru! Diyalektik ne büyük bir bakmak ve görmek olanağı!
Hrant ne güzel kardeşimiz sokak ortasında. Mahcubuz! Yüz yıl geçti üstelik!
Barış şiirleri okumalıyız bundan dolayı. “Bak şu bebelerin güzelliğine” ya da ne çıkacaksa sesimizden. Yıkılan anıtlar bizim çocukluğumuzdan neyi sakladı onu konuşmalıyız. Gidenlerle eksilmek bir yana gelenlerle çoğaldığımızın omzuna dokunmalıyız.
Değil mi ki babalarından uzak duran çocukların bir bildiği var! Değil mi ki ustaların, ustura ışıltısına yenilmemiş tümceleri hayatın masasına yığar umudu.
Herkes birbirinin çöpünü toplama telaşında. Herkes kendi yumurtasının kırılmasını istiyor. Herkes artan ekmeğinin çöpe gitmemesinin peşinde. Çayın buğusunda biriken neyse, nar ağaçları nasıl gülümserse, göğe nasıl ererse toz, öyle anlatıyor şiirin sokakta olduğunu şair. Nüfus cüzdanı yerine ışıltılı parmağında özlediğinin resmi, gömleğinin cebinde mürekkep lekesi taşıyor. İskelemize yanaşan gemiden umudun kadınları gururlu saçlarıyla iniyor. Varsın uyusun gece nöbetinde uyuyanlar. Güvende ve huzurlu uykusu malum. Mazgaldan başını çıkaran gül gibi.
Kucaklaşma seyriyiz. Binlerce gözü olanın gözlerinden biriyiz hepimiz! Birinin haber yaptığı yerde ötekinin pansuman şefkatine tanık kıldı bizi günler. Birinin yazdığını yoğurduk kilde. Halayda yorulmayan bir mendilin beyazlığı çoğaldı içimizde. Az değildik. Az olmadık. Doruk çizgisinde sesini akşama armağan eden güneşe ödünç verdik sesimizi. Ki bileklerimizdeki kızıl, soruya yanıt verirken gün doğumundan önce doğrulacağımıza tanıktı yanımızdaki.
Dünyanın bütün dillerinde maviye ağdık!

Evrensel'i Takip Et