Sadık Aytekin’e mektup
Sennur Sezer
Merhaba Sadık Aytekin,
Köln surlarından İstanbul surlarına uzanan “Tanıklıklar”ını okuyorum kaç gündür. Şiirinin bir yerinde dalıp gittiğimi, görüntülerle baş etmeye çalıştığımı çok sonra fark ediyorum. Nazilerin öldürdüğü çocukların görüntüleri Kathe Koltwitz’in çocuk resimlerine dönüşüyor. Bizim kâğıt mendil satıcıları Diyarbakır sokaklarından Pendik’e göçüyor… Bir dizenin Nâzım Hikmet’e bir selam olduğunu fark ediyorum, kısacası kitabı bitirip soğukkanlılıkla didikleyecek rahatlığa eremiyorum.
Bilirsin belli bir yaştan sonra şairler kitabın keyfini uzun uzun çıkaramazlar. Kitabı yazan şiir denen sözü ilk söyleyen bile olsa, “ben olsam nasıl söylerdim” diye okur şiir zanaatına ayak basan. Bu yüzden de çoğu kocamış kendisinden sonrakileri okumaktan cayar.
Bugün yapan yok, eskiden “ben senin söylediklerini daha ustaca söyledim bak” diye nazireler yazar yayarlarmış. Bu benzetilerin de çeşidi vardır. Tek dizeyi üçlü beşli dizeler biçiminde çoğaltmaktan başlayanlar dudak uçuklatır.
Kardeşim Sadık Aytekin,
İnsanlar mı yaşadıkları coğrafyaya benziyor, yoksa kendi huylarına göre yeniden mi kuruyorlar yurtlarının coğrafyalarının koşullarını bilemiyorum. Ren nehrinin “derinden, iniltisiz ve ağır” aktığını yazmışsın. “Bizim deli ırmaklar gibi değil yani”. Düşünüp kaldım, acaba insanımız ve ırmaklarımız nasıl uslandırılır diye ölçülüp biçilmeden zincirlenmeye çalışıldığından mı delidir? (Ne zaman deli ırmak desem Avanos’ta durmadan sarsılan bir köprünün üstündeyim). Yoksa ırmakların köprü ve set tanımazlığı mı eğitmiştir bin yıllardır emeği elinden alınırken sırtı hiç okşanmamış insanlarımızı? Bu konulara biraz öte dünya, biraz tasavvuf katıp “derin kitaplar üretmek ne kolay aslında!”
Sen başını döndürerek eğitiyorsun okurunu. Bir Kuşlar Dervişi’nden (Fakiye Teyran) bir selam bir gün kök hücrelerden söz ediyorsun. Kim bilir Anka’yı aramanın yolu bugün belki de laboratuarlardan geçiyor.
Yukarda söylediklerimin biraz anlaşılmaz olduğunu fark ettim. Bilirsin ne güzel sözümüzdür, bir koyundan iki post çıkarmak. Sömürü düzeninin bu ölçüsüz yanı belki yalnız toprağı cömert, insanı sarp bölgelere özgüdür. Bizim insanımızın bir araya gelmek, direnmek, düzeni değiştirmek için inat etme geleneğinin olmadığını söyleriz hep. Tarihin gelişimini unuturuz. Sen küçük ayrıntılarla, küçük dokunuşlarla hatırlatıveriyorsun tarihimizi.
Mehmet Kılıçarslan, Şeref Aydın bizim dostlarımız, Bizim için önemleri farklı ama tarihimiz içinde küçücük birer nokta onlar. Sayıları ne kadar çok olursa sabah o kadar çabuk olacak güneş ışıkçıkları. Ben payımıza düşen bu ışık noktalarıyla mutluyum. Onlarla karşılaşmanın, bir süre de olsa birlikte yürüyebilmiş olmanın mutluluğu bu. Yitirmiş olmanın sızısı ayrı.
Bunları insan ömrünün insanlığın ömrüne kıyaslamanın dayanılmaz acısıyla yazıyorum. Şiirle diyalektiğin pek uyuşmaz olduğunu sen de bilirsin. Şiir biraz düş işi… Manzaralarına pus istiyor, biraz sabah sisi ya da akşamın ilk yıldızının soluk ışıltısını… Gerçekse çiğ ışığıyla acıtıcı. Geleceği düşünmesek, düşlemesek dayanılmaz. Geleceği düşlememizde de tek yardımcımız şiir. (Gördün mü gene beceremedim söylemek istediklerimi.)
Sevgili Sadık Aytekin,
Kendini yarından sorumlu duyan, ne iş yarsa yapsın ve içerde dışarıda nerede olursa olsun kolay yaşamaz. Yaşamını gül bahçesine çeviremez belki, ama kendinden sonrakiler için yolun dikenlerini ayıklar. Bu da mutluluğumuzdur. Toprağa yalınayak basan çocuk ayaklarının kanamayacağı düşlemek mutluluğumuzdur. Onların yorgun bedenlerinden bir bardak sıcak çayın esirgenmeyeceğini bilmek.
Bunun tanıklığını bizden sonraki şairlerin seslerinden dinleyeceğimizi düşlemek de benim mutluluğum. Mutlu bir kocamış olarak dinlenilen mutlu çocukların cıvıltıları…Ve dostlarla kaygısız paylaşılacak bir bardak soğuk su.. Elbet dışarıda..
Sevgiyle, özlemle…
Evrensel'i Takip Et