18 Ocak 2015 05:07

‘Elimizden bir şey gelmiyor bari aramızda eğlenelim’

Televizyon tarihinin en özel işlerinden Leyla ile Mecnun’un senaristi Burak Aksak’ın ilk filmi Bana Masal Anlatma vizyona girdi... Biz sorduk, Burak Aksak anlattı... (Fotoğraf: Erdost Yıldırım)

Paylaş

Hasan CÖMERT

Televizyon tarihimizde naif, romantik bir o kadar ironik bir iz bırakan Leyla ile Mecnun dizisinin senaristinden ilk film geldi. Uzun metraj hayalini konuşmuştuk Burak Aksak'la henüz hayal ettiği zamanda. Şimdi Yeşilçam’ı, eski mahalle dizilerini hatırlatan Bana Masal Anlatma vesilesiyle bir kez daha bir araya geldik. Biz sorduk, Burak Aksak anlattı...

Leyla ile Mecnun zamanı konuştuğumuzda aklında bir film olduğunu söylemiştin. “Bana Masal Anlatma” mıydı bu film? 
Aslında değildi. Benim bir tane yazdığım senaryo vardı. Bağımsız bir film olarak düşünmüştüm. Fakat bağımsız film çekebilecek bütçelere sahip değilim şu anda. Ne kadar yapımcı olmadan çalışsan da, para kaynağı bulsan da bağımlı oluyorsun bir şekilde, devletten destek alsan senaryona bir müdahale olacak, para kaynağı bulsan onun istekleri olacak. Sonuç olarak o maddiyata erişemediğim için daha böyle dizi tadında, kendi çocukluğum ve kendi mahallemle ilgili bir hikaye anlatmak istedim.

Ne kadarı senin hikayen peki?
Epey şey var. Hepsini anlatmayayım ama çok şey var. (Gülüyor)

İlk yönetmenliğin aynı zamanda.
Bir noktadan sonra şöyle oluyor; “bunu yazayım tamam ama kim çekecek” diyorsun. Oradan sonra sıkıntıya giriyorsunuz. Bana ait çok fazla şey var içinde. Zaten Selçuk’la (Aydemir) birlikte kısa filmler çekiyorduk, dizi çekiyorduk. Erken mi oldu, ne oldu bilmiyorum ama bunu benim çekmem lazım dedim.

Sete çıkarken endişelerin olmuştur muhakkak.
Tabii ki. Başlarken oldu. Bir defa set dediğin şey insanlarla iletişim kurma meselesi. Beş hafta settesin, çok kalabalık ve o insanları sen yönetiyorsun. Bu konuda çok kötüyümdür ben, insanlarla iletişim konusunda o kalabalık durumunda çok geriliyorum. İlk ön hazırlık sürecinde bayağı gergindim. Ama zamanla hani görüntü yönetmenimiz, sanat yönetmenimiz, teknik ekip, oyuncular herkes çok anlayışlı ve çok iyiydi. Çok problem yaşamadık o nedenle iletişim kurabildik yani. Algıları açık insanlardı. O rahatlattı beni.

Ticari açıdan beklentisi olan bir proje. Bu gözünü korkuttu mu?
Yapımcımızla (Necati Akpınar) konuşurken belli istekleri oluyordu elbette. Senaryoya hiç karışmadı, kast konusunda bazı talepleri olmuştu. Çekim sürecinde de pek karışmadığını söyleyebilirim. Ama kurgu ve müzik konusunda Necati Abi’yle sabahladık. 125 dakika çıktı en son bağladığımız hali. Sahne atılacak, ben “Artık atamam. Ben karışmam, bari sen at abi” dedim. Ama o da karar veremedi. Gerçekten çok komik sahneler vardı aralarında. Ama tempoyu da düşüren şeyler derken son güne, son ana kadar hatta son anda böyle sahne  eklediğimiz oldu. “Bunu geri koyalım, bu sahnenin güzel iyi bir duygusu var” dediğimiz sahneler oldu. O süreç çok zor geçti bizim için. 

Bizde gişe filmi-festival filmi ayrımı var. Filminin “gişe filmi” kategorisinde değerlendirilmesi seni rahatsız ediyor mu?
İki türün de kötüsü var aslında. Hani çok kötü gişe filmleri var. Çok kötü bağımsız filmler de var. Ama bağımsız filmler zaten çok az kişiye ulaşıyor. Çok haberdar değil insanlar o kötü filmlerden, pek çoğunun kötü olmasından. Evet, biz gişe diye çıkıyoruz ve gişe yapma planı var. Yapımcı bunun için para yatırıyor buna. Ama ben hikayeye baktığım zaman rahatsızlık duymuyorum, “keşke böyle bir şey yapmasaydım” demiyorum. Hakikaten istediğim gibi, istediğim şekilde anlattım hikayeyi. İlk üç gün rakamından sonra “acaba kötü bir şey mi yapmışım” diye düşünmedim değil. (Gülüyor)

Filmin aslında merkezinde kentsel dönüşüm var. Dert edindiğin bir mevzu anladığımız kadarıyla.
Ben Yedikule, Samatya ve Kocamustafapaşa civarında büyüdüm. Ve şu an son mahalleler var orada. Orada hâlâ o ilişkiler var. Ve bir süre sonra o da kalmayacak. Gidişat onu gösteriyor. Yani oralar da gidecek. Ve bunun için mutsuzuz evet ama o mutsuzluğun içinde eğlenmeye çalışıyoruz. Hani filmde de vardı ya “başkalarının kararları hayatımızı değiştiriyor” diye. Hayatımızı etkiliyor ama o süreç içinde neden mutlu olmayalım derdiydi biraz. Yani orada bir çocuğun kendi hayatına dair endişeleri var. Ama bunun dışında da çok büyük bir yerden onun hayatını kökten etkileyecek durumlar söz konusu. Elimizden onun için bir şey gelmiyor ama bari biz aramızda eğlenelim.

Güncel bir konu. Birilerini rahatsız edeceğini düşünüyor musun?
Kimseyi rahatsız edeceğini düşünmüyorum. Yani o binaları yapan insanlar da mesela filmde durumu görüp de buna hak vermeyeceklerini düşünemiyorum. Burada haklı bir durum var. Diğer taraftan “Bunu yıktırmayacağız” da demiyor zaten oradaki insanlar. Hatta pek çoğu seviniyor da. Çünkü oradan kurtulmak istiyorlar o yaşamdan belki de. Ben rahatsız edeceğini düşünmedim o yüzden. 

Bana Masal Anlatma ile ilgili en çok söylenen şey eski mahalle dizilerinin tadının olduğu. Kentsel dönüşüm, mahalleler vs. başka bir hikaye anlatsaydın da o tonu yine yakalamak ister miydin?
Galiba yakalamak isterdim. Bundan sonraki filmlerde de isterim. Yabancı olduğum bir şeyi yazamam çünkü. Mesela Ben de Özledim dizisi. Yaptık işte 13 bölüm. 13 bölüm sürmesinin ve daha fazla ilerleyememesinin sebeplerinden biri de bu. Çünkü yabancı olduğum bir durum ve hakim değilim mevzuya. Yani bu daha benim hakim olduğum, oradaki insan ilişkilerini bildiğim bir alan. Diğeri çok dışarıdan. Bir de, filmle ilgili Ertem Eğilmez havasını, o Yeşilçam havasını soruyorlar, hani bilinçli yaptığım bir şey değil. Televizyonla büyüdük biz. Masal anlatıcımız televizyondu. Televizyondaki en sevdiğimiz en kaliteli gördüğümüz şeyler de o eski Türk filmleriydi. Bizden sonra gelecek olanlarda da Yeşilçam havası olacaktır. Çünkü haliyle oradan etkilenerek büyüdük. 

Herkes etkilenmiyor bence. Vizyona giren filmleri görüyoruz.
Öyle demeyelim yine de. (Gülüyor)

Eski mahalle dokusu, geçmiş zaman dostlukları mevzusuna nostalji duygusuyla yaklaşıyorsun ama güncel olandan koparmamaya çalışıyorsun. Bir yandan da absürt şeyler katıyorsun.
Çok gerçek şeyler var çünkü hayatta. Ama bunun dışında çok absürt şeyler de var. Evet, neşeli bir mahalle anlatalım. Ancak, başka durum lazım. Ben zaten o mahalleyi yaşıyorum. Üstüne o zaman yazacak bir şey aramıyorsun. Bugünü yazmak istemiyorsun. Yani kendimi içinde görmek isteyeceğim birşey görmek istiyorum. Evet o bir mahalle ama oraya masaldan bir kız gelmeli bir şey olmalı. Biraz daha uçuk şeyler olmalı ki hayalini kurduğum, yaşamak istediğim yer olsun. 

Birkaç komedi türünü kullanıyorsun. Durum komedisi var, parodi var, fantastik öğelerle absürt bir mizah var. Farklı komedi türlerinin bir arada işlememesi gibi bir endişen oldu mu? Yazarken mi böyle mi tasarladın?
Hiç onu düşünmedim ya. Düşünemedim yani. Tamamen mesela Leyla ile Mecnun’da Mecnun üzerinden çıkıp bölümler yapıyorduk. Burada da tamamen Rıza karakteri üzerinden çıkıp etrafındaki insanlar ile ilişkileri çıkarayım derdindeydim. İşte çıkardığımız karakterle ilgili, o karakter hangi mizaha yatkın oluyorsa... Kimisi durum komedisinde daha hoş durabiliyor. İşte bazı anlar gerçekten tam bir parodi tadında oluyor. Yani bunu hesaplamadım. Öyle bir matematik kurmadım.

Ayperi’nin hikayesi biraz havada kalıyor, duygusu belirsiz gibi.
Evet, biraz arada kalıyor. 125 dakikadan 108 dakikaya düşürünce bazı problemlerimiz oldu. Bir de bazı şeylerden sapmak zorunda kaldık. 

Son olarak, nasıl konumlandırıyorsun filmini?
10, 20, 30 sene sonra da izlenebilsin istiyorum. Ben böyle izlediğimde neden böyle bir şey yapmışım demek istemiyorum. Aslında şimdi izlediğimde bile keşke şunu şöyle çekseydim diyorum. Söylemek istediğim yaptığım işten hakikaten gurur duyabileyim isterim. Kalıcı bir şey olsun istediğim. Gerisi yapımcının kaygısı. Benim çok dışımda. 

‘AYNI ŞEKİLDE ANLATMAYA ÇALIŞTIM’
Peki, Leyla ile Mecnun seyircisini hesap ettin mi filmi hayata geçirirken?  

Bunu düşünmeyi Leyla ile Mecnun’un ikinci sezonundan itibaren bırakmıştık. İnsanları tatmin etmek çok zor çünkü. Bir de ikinci sezonda yani elli-altmışıncı bölümlerden sonra bayağı geniş kitlelere yayılmıştı Leyla ile Mecnun. Haliyle bir kitlenin beğendiğini öbürü beğenmiyordu. Bu sebeple bu düşüncelerden uzakta, Leyla ile Mecnun’da ne yapıyorsam hikaye olarak, kendimden yola çıkıp biraz absürtlüklerle aynı şekilde anlatmaya çalıştım.

HERKES ORHAN, FERDİ, MÜSLÜM DİNLİYOR, RIZA İSE HAKKI BULUT
Rıza da Mecnun gibi, bir baltaya sap olamamış bir karakter. Daha çok kaybeden karakterler ilgini çekiyor diyebilir miyiz? 
Rıza’yı karakter olarak daha çok seviyorum. Rıza tam ortada kalmış bir adam. Yani daha küçükken minibüs şoförü olmayı hayal etmiş. Yani bir insan neden bunun hayalini kurar. Ama rol tip olarak bir minibüsçüyü seçiyor ve ben minibüsçü olmak istiyorum diyor. Herkes Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses dinlerken o Hakkı Bulut dinliyor. Metin, Ali, Feyyaz gibi dönemin efsane futbolcuları varken babası buna Rıza ismini koymuş. Daha doğuştan ortada kalmış bir adam. Kendini tam bir yere ait hissedemiyor bir yandan da. Yani bu sebepten dolayı Rıza’yı daha çok seviyorum diyebilirim. Soruna gelirsem, evet buna yakın karakterler olacak bundan sonra da, öyle gözüküyor.

Diğer karakterlere baktığımızda da “kaybeden”leri görüyoruz. Mesela Jilet.
Jilet büyük kaybeden aslında. Onun başka bir hikayesi var.

Jilet ve Neriman’ın hikayesi filmin dışında duruyormuş gibi geldi bana.
Bize diziden beri “kadın karakter yazamıyor” deniyor. Mesela benim “Neriman Suriçi’nin en büyük yangını” diye bir hikayem var. Bunu yazmak istiyorum. Bir kitap olur ya da bir film. Bunu bununla ilişkilendiririz, öyle yaparız deyip filme ekledim, Gürkan Uygun ve Gökçe Bahadır gibi iki iyi oyuncu da olunca iyi oldu. Ancak tamamen Neriman’ın hikayesini anlatacağım başka bir şey olacak. Yapımcı da sıcak bakıyor şu anda... Bakalım. Büyük bir gazla söyledim ben bunu artık. (Gülüyor)

ÖNCEKİ HABER

Sepyalı imaj devri

SONRAKİ HABER

Türk küçükleri

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...