Dere susarsa...
“Arkasına küçük bir römork takınca çapa motoru mini bir traktör haline gelir. Hem ayağınızı yerden keser hem bir traktörden ne istenirse yerine getirir. Pulluk çeker, tohum atar, tarla sürer, römorkuna elma, armut, yemiş, sap, başak, hatta koyun - kuzu ne konursa taşır.”
Öğle sıcağının insanı ve tüm canlıları serin gölgelerin altına hapsettiği bir günde geldiğimiz Eskişehir Mihalgazi’de, gölgesi bile 40 dereceyi aşan bir kahvenin sundurmasının altında tanıştığımız Ali Ünal hemen önümüzde, kahvenin önünde duran çapa motoru - traktör karışımı aracını böyle anlattı bize. 65-70 yaşlarında gösteriyordu. Zayıf, 1.60 boylarında, köylü şapkasının altında sanki içine çekmiş de küçülmüş gibi bir hali vardı. Sıska kavruk yüzünde parlayan gözleri, dokunsan yıkılacakmış gibi görünen bedenine inat capcanlı, ışıl ışıldı.
Altın madeni ile ilgili çekimler yapmaya geldiğimizi söylediğimizde bizi bağına davet etti. “Hemen şuracıkta, çok yakın” diye tarif ettiği bağı, beton ve asfaltın yüzümüze yüzümüze kustuğu bu sıcaktan belki biraz daha serindir düşüncesiyle bize de cazip geldi. Hem çekimleri dışarıda, doğada yapmayı tercih ediyorduk genelde. Programın özü doğaydı zaten, doğanın katline karşı insanın direnişi...
Kahvenin hemen yanına park ettiği küçük traktörünü alıp önümüze düştüğünde bu hızla yakın da olsa bağa varmamızın epey süreceği endişesi içimizde peydahlanmıştı ki bizi Mihalgazi’ye davet eden muhtar imdadımıza yetişti. “Ali Abi gidedursun, isterseniz Mihalgazi’yi yüksekten görecek bir tepeye çıkarayım sizi. Hem çekim de yaparsınız” teklifinde bulundu.
Ali Abi’nin bağına gitmesinin en az bir yarım saati bulacağını öğrendiğimizde teklifi kabul edip, onu da aracımıza alarak ilçenin çıkışında, tam da jandarmanın trafik kontrolü için kurduğu barikata 5-10 metre kala sola, meyve bahçelerinin arasına girdik. Kontrol noktasına gelirken birden sola dönen aracımıza kuşkulu kuşkulu bakan jandarmaya uzaktan el etti muhtar da şüpheli araç muamelesi görmekten kurtulduk. Muhtarı tanıyan jandarma da ona el edip sorun olmadığının işaretini verdi.
Daha yeni kepçe vurulmuş, bu nedenle toprağın, taşın yerleşmediği, gevşek zeminli bir yolla tırmanıp bir tepenin yamacında durduk. Yol kıvrıla kıvrıla ilerliyordu ancak bir yerden sonra önüne demir bir kapı konularak geçişler önlenmişti. Tepenin en sivri yerinde bir anten direği mavi, bulutsuz gökte, ucuna güneş batırılmış bir elma şekeri gibi parlıyordu.
Mihalgazi ilçesi, sarı sıcağın altında, yeşillikler içinde buğu buğu tütüyordu önümüzde. Tepeden, öyle kuş uçuşu olmasa da evlerin, apartmanların çatısını görecek kadar, uzaktaki koyu nefti renge bürünmüş dağların silüeti ile göz göze gelecek kadar bir yükseklikteydi bulunduğumuz yer. Bazı yerlerde sivrice kayalıkları tıpkı Beşparmak (Latmos) Dağları’nın zirvelerine benzeyen yüksek dağlar, bir deve kervanı gibi Eskişehir yönüne doğru sıra sıra uzuyordu. Dağlarla bulunduğumuz küçük tepenin arasında bulunan Mihalgazi, çoğu tek katlı evleri, “mecburiyet caddesi”, Anadolu’nun tüm benzer kasabalarında olduğu gibi bir avuç nüfusa bölersek neredeyse her 10 kişi başına düşecek sayıda cami ve minareleri ile dağlara paralel bir şekilde yapılmıştı.
Öğle sıcağı altında tüten, dalgalanan ovanın birçok yerinde parlayan ışıklarının seraların naylon yüzeyine güneşin vurması ile oluştuğunu öğrenmiştik muhtardan. Bozüyük’ten Mihalgazi’ye gelene kadar her adım neredeyse seralarla doluydu. Seralarda adam boyunu geçmiş domates sırıklarından kızarmış domatesler toplanmaya başlanmış, fasulyeler, biberler kaçıncı kez hasat edilir büyüklüğe erişmişti.
Mihalgazi bir sera kent haline gelmişti adeta. Ormanlarla kaplı tepelerin arasında küçük bir açıklık mı bulundu, hemencecik birkaç sera sırası oluşturulmuş, iki üç metre yüksekliğinde, bazısı 20 metre genişliğinde kubbe şeklinde eğim verilmiş profillerin üzerlerine naylon brandalar geçirerek ekilen tohumların üzeri kapatılmıştı. Evet, bol ürün alınıyordu, hem de yılda 4-5 kez ama seraların toprağa da çok büyük zararı olduğunu öğrenecektik çekimlerimiz sırasında.
Mihalgazi’yi tepeden çektikten sonra Ali Abi’nin bağına doğru yola çıktık. İlçenin hemen çıkışında 5-6 km uzaklıktaydı bağ. Yaklaşık 1,5 dönümlük kadar düz bir araziye elma, armut, nar, kayısı, ceviz gibi birçok meyve dikmiş, dikdörtgen bağın bir köşesine de küçük bir kulübe ve yanına hayvanları için uzunlamasına bir ağıl yapmıştı.
Bağdan çok meyvelik olan bu bahçenin gerisindeki manzara ise görülmeye değerdi gerçekten. Bahçede, ağaçların arasından görünen, bulunduğumuz yerden çok da uzak olmayan sipsivri bir kaya, yerden bitmiş gibi fışkırmış, göğe doğru uzun bir hançer keskinliği ile yükseliyordu.
“Bozaniç Kayası deriz biz bu kayaya. Dere hemen onun altından kıvrılır gider. Ben de dereden buraya 93 metre uzaklıktan bahçeme su basıyorum” diye kayanın ve derenin uzaklığını anlattı Ali Abi. Susuzluktan, kuraklıktan, topraklardaki verimsizlikten yakındı çekimler boyunca. “Bir de bu maden çıktı başımıza. Bu maden olursa tamamen biteriz. O kadar didinerek, emek vererek ancak geçimimizi sağlayabiliyoruz. Maden dereyi, suyu zehirlerse Mihalgazi Ovası da biter seracılık da meyvecilik de... Ya şu benim koyunlar, tavuklar, köpek… Onlar ne olur bilemem artık!” diye anlattı endişelerini.
Yanıtını bildiği bir soru sordu bize bir ara. “Ben okumadım, bu cahilliğimle buralarda maden çıkarılmasının ne kadar zararı olabileceğini görmüşken, okumuş yazmış bu adamlar neden böyle bir şeye kalkışıyorlar?”
Sustum, çünkü sorunun yanıtını bildiğini biliyordum. Bu soruların yanıtı artık Anadolu’nun en ücra köşelerinde bile biliniyordu. Sorular, yanıtlarını merak etmekten öte bu soruların sorulmasına neden olan düzenin ne zaman değişeceğine dair bir umut ışığı aramak için ortaya atılıyordu. Yanıtı bilinen soru cümlesi “sıtkımız sıyrıldı, yeter artık!” diye bitiyordu her seferinde. Ali Abi’nin sorusundan sonra da aynısı oldu; “Yeter artık yahu! Bunların bu topraklara, bize ettiği zulmü Yunan etmedi!”...
Ali Abi’nin bahçesinden sonra seraların bulunduğu yerlere gittik. Emekli İsmet Kuşak’ın, koyu gölgeli ama nemli bahçesinde seraları ve maden projesini konuştuk. Seraları anlattı: “Bu seraların yarı parasını devlet verdi. Adamı olan teşviki alıp serasını dikti. Ancak bu seralarda, aşırı tarım zehri kullanımı, aşırı sulama ve sıcaklar nedeniyle toprak ölüyor. Ben bu bahçemi ve küçük seramı kendim yaptım. Bir gram tarım ilacı bulamazsınız! Kendim yiyorum, satmıyorum. Seralardan da bir şey almıyorum, nasıl yetiştirildiğini bildiğim için” dedi.
Dereden bahsetti o da: “Bu maden gelirse dereye zehir akar. Dere hemen şuracıkta, 50 metre ya var ya yok bahçeme. Sesi gelirdi eskiden. Şimdi sesi gelmiyor artık, dere sustu sanki…”
Sabah beri “dere dere” dediklerinin koca Sakarya nehri olduğunu anlamıştım anlamaya ama dere demeleri hala tuhafıma gidiyordu. Dere dediğin bir avuç suyu bulunan, yüksekliği ayak bileğini aşmayan akarsu demekti bizim oralarda. Ülkenin en önemli nehirlerinden Sakarya’ya dere demek de neyin nesiydi? İşte bunu anlamıyordum.
Buradan maden işletmesinin kurulacağı Alpagut Köyü’ne gittik. Köy, Mihalgazi’yi yüksekten gördüğümüz tepenin karşısındaki dağların yamacındaydı. Bir avuç köylü karşıladı bizi. Köyü, ovayı, insan diksen bitecek tarlaları gören bir yamaca götürdüler. Maden şirketinin arkasına devlet gücünü alarak nasıl pervasızca at koşturduğunu, buna karşı bir avuç köylü olarak karşı koymaya çabaladıklarını anlattılar.
Köylülerden Mustafa Amca (Örücü) Cengiz Holding’in yöneticisinin kendisini jandarma üstteğmenin yanında öldürmekle tehdit ederek küfrettiğini anlattı. Adeta köyüne, anılarına, geleceğe dair bir ağıt gibi yazdığı şiirini okudu; “Kuru derelerinde ayıgülleri açar / sen güzelsin yaylalarım sen güzel...”
Köylüler de sözü dereye getirdiler hep; “Bize can veren bu su, bu dere. Bu dereyi kirletecekler, zehir akacak. Dere susarsa gelecek olmaz. Dere susarsa hayat da susar” diye bitti tüm cümleler..
Evrensel'i Takip Et