8 Mayıs 2025
DİĞER YAZILARI

Sırrı Süreyya Önder’den kalan unutulmaz anılardan biri de cenaze namazının İhsan Eliaçık tarafından kıldırılmasıydı. Önder’in cenaze namazını, Önder’in vasiyeti ve ailesinin isteğiyle İhsan hocanın kıldırması, kendilerini Türkiye’nin ve İslâm dininin sahibi sananlara yapılmış “küstah” (elbette kendi itikatlarınca küstah) bir jestti; tam da Sırrı Süreyya’lık bir jest!

Ama o jest Türkiye soluna da bir şeyler söylüyor gibiydi. Bilindiği gibi Sırrı Süreyya Önder dini itikadı olan bir sosyalistti, İhsan Eliaçık da sosyalizme meyilli bir dindar. İkisinin orada buluşması Türkiye solunun dinle, daha doğrusu dindarlarla ilişkisine dair çok da zengin olmayan hafızasına ikonik bir imge ekledi; solu ilgilendiren tarafı bu.

Teorik bir tartışma olarak din değil, politik özneler olarak dindarlar, Türkiye’nin çözüm bekleyen yığınla sorununda rol oynayacak büyük sosyolojik gerçekliğidir. Ülke geleceği için konuşulan o en karanlık ihtimallerin önüne ancak, dindarları da kendi sorunlarına sahip çıkmaya devam etmekle geçilebilir. Demokrasinin kuruluşunda kitlenin işbaşında olması gerektiğini bilen herkes bunu kabul eder.

Siyasal solda duranlar, eksiksiz bir sekülerizmi benimsemek ve savunmak zorundadırlar, buna şüphe yok. Ama ezilenler, hakkı yenenler, umursanmayanlar, dinleri, kültürleri ve gelenekleriyle ezilendir, dinleri, kültürleri ve gelenekleriyle hakkı yenendir. Özellikle de bizim ülkemizde böyledir bu. Kaldı ki solun ezilen, hakkı yenen, umursanmayan dindarlarla ilişkisi dışsal bir ilişki değildir. Solun siyasal perspektifi, bütün ezme-ezilme ilişkilerine hâkimdir. Böyle olmakla birlikte, Türkiye solunun dindarlarla ilişkisi dediğimizde “Doktor’un Eyüp Sultan konuşması” gibi bir iki vaka dışında pek de fazla bir şey gelmiyor akla. Gittikçe koyulaşan bir "dindarlık atmosferi" içinde yaşadığımız şu günler bu eksikliği kaldıracak durumda değil.

Kendini tanımlarken dindarlığı vazgeçilmez bir kavram olarak kullanan siyasal iktidarın (kendi seçmen kitlesi de dahil) toplumla çelişik olduğu ve bu çelişkinin artık hiçbir şekilde gizlenemeyecek duruma geldiği muhakkak. Toplumsal muhalefetin de iktidara yönelik eleştirilerini bu çelişkinin gerçek sebepleri üzerinden, mesela ekonomi ve ekonomi yönetiminin ürettiği yoksulluk üzerinden, ya da mesela hukuk ve hukuk yönetiminin yarattığı adaletsizlik üzerinden yapması şüphesiz ki en makulüdür. Ama ülkeyi dindar atmosfere sokan AKP iktidarı, iktisadi alanda neo-liberalizmin en yırtıcı, politik alanda otoriterleşmenin en klişe uygulamalarını temsil etse de esasen bir kültürel harekettir. Zira AKP'nin iktisadi ve politik uygulamalarının neredeyse hiçbiri hiçbir zaman kendi seçmenine gerçek iktisadi ve politik içerikleriyle anlatılarak yürürlüğe konmadı, ifadede ve izahta daima kültürel argümanlar kullanıldı. Bunun başında da din geldi. Ezilenlerin, kendilerini ezen uygulamaların gerçek içeriklerini düşünüp tartmasının önünü kesen şey de bu oldu. O yüzden, bugün pratikteki dinin eleştirisi, her türlü eleştirinin başlangıcıdır. Ana tarafından Nurcu, baba tarafından TİP’li Sırrı Süreyya Önder ile İslâm’ın heterodoks yorumlarına yakın duran antikapitalist Müslüman İhsan Eliaçık’ın (hele ki bir arada) ne güzel temsil ettiği sol ilahiyata o yüzden ihtiyaç var.

Sol ilahiyat, “Erdoğan’dan rol çalmak” veya “AKP’nin elindeki İslâmcılık kartını almaya yeltenmek” filan değildir. Sol ilahiyat, mümine, dindar insana apaçık politik bir sorumluluk verir. Din ile dünya, iman ile amel, itikat ile pratik ilişkisini kavrama, bunlar arasında uyum sağlama sorumluluğu mümine, dindar bireye aittir. Sol ilahiyat, bu uyum için dindar bireyden ahlâki bir standart talep eder, dindarları ülkenin politik perişanlığı karşısında tavır almaya davet eder; bunu, o kesimin kendi kültürel değerleri üzerinden yapmayı dener. Bu maksatla helal, haram, rızk, kanaat, adalet gibi, ortalama bir dindarın şu hayatta kendi kültür çerçevesinde bir yol bulmasına imkân sağlayan, tutum ve davranışlarına rehberlik eden birtakım değerlerle işleyen politik bir dil kullanır ki bu da “AKP’nin elindeki İslâmcılık kartına özenmek” değil, “Elhamdülillah Müslümanım” diyeni reel politikadan sorumlu tutan ahlaki bir standarda yöneltmeye çalışmak demektir. Sol ilahiyat, siyasal İslam’ın pratik bilgilerine seküler sol bir saygınlık kazandırmak değil, helâl, rızk, kanaat, adalet diyen dindarlardan, özgürlük, eşitlik, kardeşlik isteyen kitleler devşirmek demektir.

Bu her zaman mümkün. Bugüne kadar hiçbir yönetim, insanı toplumsal sisteme indirgeyememiştir. Gerçeklik yanılsamasının en yoğun olduğu zamanlarda bile, insanın içinde yaşadığı toplumsal sistemi kabullenmesi tam olarak mutlak bir özdeşleşmeye vardırılamadı. Bu “ütopik eksiklik”, Erdoğan ve iktidarına oy vermiş olanları ahlaki bir standarda yönlendirmek için yabana atılmayacak bir avantajdır.

Elbette şunu da göz ardı etmemek gerekiyor: AKP, daha geniş olarak Cumhur İttifakı seçmeni bir monoblok değil; “iktidar seçmeni” diye bütüncül bir özneden bahsediyoruz ama tek biçimli, tek boyutlu bir kitle değil bu, farklı bloklar bir arada duruyor orada. Bizim skandal olarak değerlendirdiğimiz olaylar, olgular bu farklı blokların her birini farklı şekilde etkiliyor. Bir blok, diyelim ki lüks içinde görgüsüzce yaşayan bir AKP’li gördüğünde bunu Müslümanlıkla bağdaştırmadığı için partisini sorgularken, bir blok da öyle bir lükse ulaşmada yardımcı olacağı için partisine daha sıkı sarılabiliyor. Veya muhaliflere yönelik hukuki taarruz ve tacizi vicdan ve adalet duygusu ile bağdaştıramayan bir blok varsa, bunu güçlünün yanında durma konformizmi için ideal bahane olarak görenler de mevcuttur. Bu ikinci bloğu oy verdiği partiden elbette dini değerler üzerinden yürüyen bir eleştiriyle kopartamazsınız. Ama yağmacı kapitalizm eleştirisi filanla da kopartamazsınız. Siyasi denetim mekanizmalarının gerçek kabiliyeti, gizlemeleri, yanıltmaları ya da baskıcı ve gaddar olmaları değil, kitlelerde kör bir bencilliği kışkırtmalarıdır. İktidar tabanının bu bloğu da böylesi bir bencillikle kalıyor orada.

Dolayısıyla, iktidarı destekleyen kitleler içinde muhalefet açısından makul blok, dindarlardır; o görgüsüzü Müslümanlıkla bağdaştırmadığı için hal ve gidişi sorgulayacak olanlardır. Çünkü dindar kişiyi bir yurttaş ve seçmen olarak reel politikadan sorumlu tutacak ahlâkî standart, dinin vazettikleridir. Hak/bâtıl, sevap/günah, helal/haram şeklinde işleyen değerler sisteminde insaf/zulüm ikilemesi de dindar kitlelerin tutum ve davranışlarına rehberlik eder; bunlar tatbike ya da ihlale göre dindar seçmenin tavrında değişim yaratabilecek değerlerdir. Dindarların iktidara olan bağlılıkları bu yüzden yalnızca ekonomik değil kültürel sebeplerle de çözülebilir, bu mümkün.

O yüzden siyasal ya da teolojik bakımdan tutucu olmayan sol bir ilahiyata ihtiyacımız var; herhangi bir dinsel perspektifi benimsemeyen ama dini de dışarıda tutmayan, onu karmaşık bir insan etkinliği olarak görüp dikkate alan bir sol ilahiyata. Kitlelerin kendi çıkarları aleyhindeki partilere oy verişini, yoksul hayatlarında her şeyi değiştirecek meselelere bunca ilgisizliklerine karşılık hiçbir şeyi değiştirmeyecek soyut yüceltmelere düşkünlüğünü bazen alaycı, bazen öfkeli biçimde dışa vuran, sorunların kaynağını kapitalizmin akıldışı toplum düzeninde değil de kitlelerin inancında, dinde gören elit modernliğin snob fanatizmi sola yakışacak bir şey değil. Sol, vicdan ve adaleti ilke edinmiş bir ilahiyatın alanına girdiğinde kendini yabancı topraklarda hissetmez. Sol ilahiyat, cemaat yurtlarında dünyaları karartılan yoksul çocuklardan "taşranın simsiyah şehirleri"ndeki bakımsız ve özensiz camileri dolduran mazlum insanlara kadar uzanan bir dünyayı âdil ve vicdanlı kılma isteğidir.

İslâm’da işbaşındaki kadroların özensiz basılmış "İlmihâl"ler, Milli Türk Talebe Birliği mahfilleri ve Necip Fazıl "ideolocya"sıyla şekillenmiş dindarlıkları karşısında, Hz. Ömer’in adaleti, İbn-i Rüşd’ün aklı, Sühreverdi’nin vicdanı, Karmatiler’in, Baba İshak’ların, Şeyh Bedreddin’lerin itirazı var, gizlenmek istenen böyle bir birikim var.  Bu birikimin yeni bir biçimini sunduğu için sol ilahiyat kendini Türkiye’nin ve İslâm’ın sahipleri sananlara yönelik en âlâsından “küstah” bir jest olacaktır.

Not: İlahiyattan bahsettik ya… Eşsiz İlahi Komedya’nın yazarı Dante hem yazmayı seviyor hem de eczacı olmak istiyordu. Çünkü parşömen ya da kâğıt üzerine yazılmış sözlerin, bedeni iyileştiren ilaçlar gibi zihne iyi geleceğine inanıldığından, eczanelerde satıldığı bir dönemde yaşıyordu. Bundan böyle biz de (parşömen ya da kâğıda değil) ekrana yazılmış sözlerle Evrensel eczanesinde buluşacağız. Okuyanlara iyi gelecek mi bilmiyorum, ama yazmak bana iyi gelecek.

EVRENSEL'İNMANŞETİ

TÜPRAŞ’ta öfke seli

TÜPRAŞ’ta öfke seli

Ülkenin en büyük sanayi kuruluşu ve kârlılık oranı en yüksek şirketi TÜPRAŞ’taki toplu sözleşme, gece yarısı operasyonuyla imzalandı. İşçi ücretlerine yapılan zam, Erdoğan-Şimşek programının hedeflerine uygun olarak yüzde 35 oldu. Hem düşük zamma hem de sözleşmenin kendilerine sorulmadan imzalanmasına tepki gösteren TÜPRAŞ işçileri, yürüyüş yaptı, yol kapattı. İşçiler ek protokol istedi.

35-40 bin TL Sözleşme öncesi TÜPRAŞ’taki ortalama işçi ücretleri

608 bin TL Bir ayda bir işçiden elde ettiği net kâr

78 bin 292 TL Türk-İş'in açıkladığı yoksulluk sınırı

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
Sabaha karşı imzalanan yüzde 35'lik zammı kabul etmeyen TÜPRAŞ işçileri yürüyüşe geçti.

Evrensel'i Takip Et