02 Temmuz 2011 10:24

Gavuru gitti mahallesi kaldı

Ermeni Edebiyatının büyük ismi Mıgırdiç Margosyan, 15 yaşında babası tarafından ana dilini öğrenmesi için Diyarbakır’dan İstanbul’a zorla yollanmasa, ismini belki de gogıl bile tanımayacaktı bugün. Dayısı Demirci Haço’nun yanında yetişmiş iyi bir demirci ustası muhtemelen İnternet aleminde bile yer bulamayacaktı za

Gavuru gitti mahallesi kaldı
Paylaş
Devrim Büyükacaroğlu

Ermenice taşra edebiyatının son temsilcilerinden Mıgırdiç Margosyan’ın Ermenice ‘Mer Ayt Goğmerı’ (Bizim Oralar) öykü derlemesinin ilk yayımının üzerinden tam 27 yıl geçmiş. Bu kitap ‘92’de yayınlayacağı ‘Gavur Mahallesi’ne de kaynaklık edecektir. ‘Gavur Mahallesi’ geçtiğimiz günlerde Aras Yayıncılık tarafından bu defa üç dilli olarak yayınlandı; Ermenice, Kürtçe ve Türkçe. Unutmadan; gazetemizdeki ‘Kİrveme Mektuplar’ köşesindeki yazılarının da kitap olarak aynı yayınevi tarafından basıldığını ekleyelim.

Margosyan’ın kim olduğunu ve ‘meselesi’nin ne olduğunu anlamak için Gavur Mahallesi önemlidir. Gavur Mahallesi yani Hançepek doğumlu Margosyan’ın kitaplarının tamamında anlattığı ve her vesileyle değindiği; çocukluğunun Diyarbakır’ı, bugün artık göremediğimiz bir kültürel çeşitliliğin var olduğu bir zamanı anlatır okurlara. Kürt, Ermeni, Keldani, Süryani ve Yezidiler gibi bugün bir arada yaşadığı bile unutulmak istenen toplumların geçmişte nasıl bir arada yaşadıklarının ortak öyküsüdür bu.

Bu trajik öyküyü, hak ettiği üslupla anlatmayı reddeder Margosyan... İroni ve mizah onun üslubunun vaz geçilmezidir. Bu üslupta; 1915’te, Kafle sırasında anasından ayrı düşmüş,  Siverekt’e bir köylünün yanında büyümüş; sünnet ettirilmiş, bir müslüman gibi yetiştirilip ismi Ali olarak değiştirilmiş babası Dişçi Sarkiz’in payı var kuşkusuz. Babasının tespihi eline alıp; “Hele gelin bakalım kaç tane Ermeni kalmış, sayalım” demesi gibi Mıgırdiç Margosyan da acının dilini reddeder.

Ama ne yalan söyleyeyim; kapı komşusunu ortak mahallelerinden acımasızca kovanların kavminden geldiğimden olacak;  Margosyan’ın mizahi beni hiç güldürmüyor. Daha çok canımı yakıyor.


Evrensel’in en kıdemli yazarlarından birisiniz…
Gazetenin ilk çıktığı gün yazı yazdıydım, çarşamba günüydü. Köşe yazısı yazma açısından Evrensel ilk göz ağrımdı ve doğrusu daha önce aklımdan köşe yazmak hiç geçmemişti. Türkçe gazetelerde yazmaya da ilk defa Evrensel’de başladım. ‘Çengelli İğne’ diye bir köşem vardı. Sonra bir müddet böyle devam ettikten sonra -ne kadar doğru bilmiyorum ama- “senin yazıların çok seviliyor bu köşeyi pazar gününe alalım” dendi. Benim için fark etmez “Pazar gavurlar azar” diye matrak da bir laf ettim. Epeyce yazdıktan sonra 1-2 sene kadar ara verdik. Yine “Hocam seninle bir görüşelim” dediler. Dedim: “Gavurdan dost, ayıdan post olmaz.” (Gülüyor) Bu kez “Kirveme Mektuplar” dedim, öyle devam ediyoruz.

Ahmet Arif’in şiirindeki ‘Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz’ demesi gibi bir esprisi mi var köşenizin adının?
Anadolu’da kirvelik konusu çok önemlidir. Erkek çocuklar sünnet olurken onu kucaklayan kişidir kirve. Sırrınızı kirveye anlatırsınız, problemlerimizi kirve çözer, kardeşin ötesinde bir şeydir. Amca çocukları bile evlenebilir ama kirvenin çocuğuyla nikah düşmez. Uzak mesafedir, saygındır ama aynı zamanda yakındır da. Kürtlerde de vardır. Ermenilerde de var bu kirvelik ama Müslümanlardaki sünnet olayında olduğu gibi değil. Gelin ve damat evlenecekleri zaman kilisede ayin esnasında onların başında bir haç tutulur, o haçı tutan kirvedir. Sokaktan geçen biri o haçı tutamaz yani.

Yazı başlıklarınız mutlaka ‘bilmem ne meselesi’ olur. Bunun sebebi nedir?
Evrensel’de ilk günden ‘mesele’ olarak yazdım. Biraz kendiliğinden oluştu. Birinci yazı mesele, iki öyle, üç öyle… O artık sıradan bir şey gibi geldi. Sonradan dikkatimi çekti, bizim ülkemizde mesele hiç bitmiyor. Herkes gelir, bir şeyler söyler, yapar, eder ama o mesele kalır. Şu veya bu şekilde yozlaşır, üç, beş sene sonra aynı meselenin değişik bir hali karşına çıkar.

Mesele bitmez yani...
Maalesef. Aynı meseleleri çözememenin verdiği kısır döngülü bir zihniyet meselesi de var. Halletmeniz gereken nedir? Kürt sorunu. Bu bir meseledir. Kaç senedir var? Otuz senedir var. Daha gerilere giderseniz taa ittihat döneminden Ermeni meselesi var. Çözülmemiş, bugüne kadar gelmiş, değiştirilmiş, şu veya bu şekilde üstü örtülmüş ama bitmeyen bir haldedir. Kötü olan, bir meseleyi çözememiş olmanın verdiği sıkıntıyı tekrar tekrar yaşamak.

GET OĞLUM GET, ANA DİLİMİZİ ÖĞREN

Babanız siz 15 yaşında iken ana dilinizi öğrenmeniz için ananızın yanından çok uzaklara İstanbul’a yollamış sizi. Neden?
Diyarbakır’da ana dilimi konuşamamak, yazamamak yalnız benim değil, benimle yaşıt Ermeni çocuklarının hepsinin gerçeğiydi. Çünkü Diyarbakır’da Ermeni okulu yoktu. Babam 1915 olaylarında 4 yaşındayken kafleye çıktığında…

Kafle?
Diyarbakır’da hiçbir zaman soykırım denmez. Kıyım denebilir; belki, tehcir, göç denebilir ama hepsini içeren bir şey vardır, o da kafle. Kafile halinde yola çıkanların bir kısmı meçhule gitmiştir. Bu lafı çocukluğumdan beri duyduğum için soykırımdan öte çok değişik bir anlamı var benim için.

Babanız kafleden kurtuluyor yani…
Kafle darmadağın oluyor. Babam orada kalıyor, kafile yürüyor gidiyor. Siverek yakınlarında köylülerden birinin yanında büyüyor 15-16 yaşına kadar, Müslüman olarak. Sünnet ediliyor, ismi Ali oluyor, çobanlık yapıyor falan filan.

Peki Ermeni olduğunun bilincinde mi?
Hayır ama tabii bazı şeyleri anımsıyor. Annesiyle Ermenice konuşmuş, Zazaca konuşmuş. Seneler sonra annesini bulduğunda annesi tabiri caizse keçileri kaçırmış; iki tane çocuğunu kaybetmiş falan… Tabii bu travmayı yaşayınca benim Ermenice öğrenmemi çok arzu ediyordu babam. 1953 yılında İstanbul’da bir ruhban okulu açıldı veya açılacak. Bir rahip geldi ve dedi ki: “Buradaki Ermeni çocuklarından ilkokulu bitirenleri alıp İstanbul’da yatılı bir okula götüreceğiz.” Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun o bölgelerinden okullara öğrenci kaydettiler. İşte ben o ilk öğrencilerin içerisindeydim. Okul yeni kurulduğu için 6. sınıftan başlayacaktı okutmaya. Babam: “Get oğlum get, üç sene kaybet, 6. sınıftan başla ama yeter ki ana dilimizi öğren” dedi.

DİYARBAKIR’DA ERMENİYDİM, İSTANBUL’DA KÜRT OLDUM!

Buraya gelince de sizi Kürt sanmışlar!
İlk geldiğimiz yıl okulun badana boyası daha bitmediği için bizi bir müddet Şişli’deki Karagözyan Yetimhanesinde konuk ettiler. Anadolu’dan gelmişiz “Geliyem, gidiyem” diyoruz; Kayserili “Nörüyon” falan diyor. Bizi Kürt zannettiler. Diyarbakır’da Ermeniydim, İstanbul’a gelince bir anda Kürt oldum!

Diyarbakır’dasınız, ana diliniz Ermenice ama onu bilmiyorsunuz çünkü okuma şansınız yok, her taraf Kürt dolu, haliyle Kürtçe biliyorsunuz ama okulda da Türkçe eğitim görüyorsunuz… Bayağı karışıkmış haliniz…
Bizim evimizde dört dil konuşulurdu Diyarbakır’da. Nenem, dedem daha çok Ermenice konuşurdu fakat bizim şu an konuştuğumuz temiz Ermenice değil, Diyarbakır yöresine mahsus bir Ermenice. Zaza köyünden geldikleri için ana dilleri kadar Zazaca biliyorlardı. Keza Diyarbakır’da yaşadıkları için Kürtçeyi iyi biliyorlardı. Bir de çat pat da olsa Türkçe konuşuyorlardı. Biz çocuklar biraz Kürtçe anlıyorduk, Zazacayı ise hiç bilmiyorduk. Dayımın yanında demirci çıraklığı yapıyordum o zaman. Müşterilerin çoğu Kürt olduğu için Kürtçe öğrenmiştim. İstanbul’a gelince zaman içerisinde unuttum. Şimdi Diyarbakır’a gittiğimde yavaş yavaş başladım tekrar çözmeye.

Sizin edebiyatınızın çok dilli olması, böyle bir ortam içerisinde büyümemiş olsanız mümkün olabilir miydi?
Geçenlerde bir Mazxana (Büyük Ev) diye bir sergi yapıldı. Oraya fotoğraf altları yazdık gönderdik. Şimdi bizim Diyarbakır’da büyük bir ev vardı ona Mazxana derlerdi. Mazxana Ermenice ‘Metz Xana’dır. Metz ‘büyük’, Xana da bildiğin ‘ev’ demek. Kürtlerde ‘Mezin Xana’ der. Ben öyle zannediyorum ki o ‘Metz Xana’ Kürtçeye ‘Mezin Xana’ olarak geçmiş veya Kürtçe’deki mezin sözcüğü Ermeniceye metz olarak geçmiş. Ben yerel söylemleri edebiyata aktarmaya çalıştım. Çünkü aksi olan yapmacık gelecekti. Mesela babamı kendi şivesiyle konuşturmadığım takdirde sırıtır. “Ula oğlum sen hiç adam olmazsan” derdi. Kürt sokakta su satıyor: “Soğuk su, kızmemesi gibi, ceviz içi gibi, soğuk su...” reklamını böyle yapıyor. Eee şimdi böyleyken siz kendi kafanıza göre bir şey kullanırsanız güzel değildir.
 

Sizin mahallenize “gavur” diyenlerin diliyle anlatıyorsunuz hikayelerinizi. Bu da ironik bir durum değil mi?
Türkiye’nin en büyük meselelerinden biri şu an Kürt meselesidir dedik. İyi de bu insanlar Madagaskar’dan gelmediler ki! Zaten bu topraklarda yaşıyorlardı Kürtler de, Ermeniler de. Buranın yerleşik kadim halkları. Yaşamları o kadar iç içe geçmiş ki; ben de acısıyla, tatlısıyla birbirleriyle olan iletişimlerini güncel yaşamımda neyse öyle koydum. Mesela Kure Mama… Halktan bir kadın, diploması yok, asistanları da kendi gibi birtakım kadınlar. Bir kadın hamile kalacak, öyle hastane bilmem ne falan yok! Kure Mama var. Kure Mama hangi kadının başına çağrılırsa çağrılsın, artık o kadın Ermeni mi, Kürt mü, Laz mı, Çingene mi onun için bir önemi yok! O bir insanın yardımına koşuyor, o doğacak çocuk Kure Mama’nın el becerisiyle doğacaktır.

Ben Batıda doğup büyüdüm… Bazı yerleşik söylemlerin sorunlu olduğunu ileri yaşlarda anlayabiliyorsun… “Ne vuruyorsun gavur gibi!” derdik. “Gavur ölüsü” gibi ağır denirdi...
“Gavur ölüsü gibi ağır”. Niye ağır? Çünkü o kadar günahkar ki gavurlar, ölüleri ağır olur. Mesela zaman zaman gavur tabirini iyi anlamda kullanırlar ki o da bir dışlamadır. Babam iyi bir dişçi, mesleğini iyi yapıyor. O diş çektiği zaman “Helal olsun la gavurunogli! Ele bi dişimi çekti ki desen zaar sivrisinek dişimi ısırdı.” Burada bir olumlu durum var ama bir yandan da gavurluğu sıkıştırıyor araya. Bırakın Anadolu’daki gariban insanı Profesör olmuştur ama daha hâlâ “gavurlarla alışveriş yapma!” der, daima bir ön yargısı vardır.

Bu söylemler kanıksandığında işimiz daha da zorlaşmıyor mu?
Kültür dediğiniz şey insanların kulağına huniyle doldurulmuyor. Zaman içerisinde, gündelik yaşantınızda, babadan, dededen gel gele bir yere varıyor. Diyarbakır’da 7 yaşındaki bir velet bana gavur dediği zaman onun ne olduğunu bilmiyor ki. Belki bir on yıl kadar önce Evrensel Kültür Merkezinin İzmir’deki bir toplantısına katılmıştım. Yaklaşık 100-150 kişilik bir grup, çoğunluğu üniversite öğrencileri falan. Gençlerden biri gayet safiyane ve içtenlikle: “Ermeniler nasıl insanlardır?​” diye sordu! “İki eli, ayağı olur, sizin gibi, benim gibi, iki yüzlü olurlar, sizin gibi, benim gibi...” dedim. Bu soru sorulduğu zaman cevabını bilmiyordum ama sonra buldum! Türk Standartları Enstitüsü bir kitap yayınlamıştı. İşte o kitapta “Ermeniler nasıl insanlardır?​” sorusunun cevabı var.

Nasıl insanlarmış?
“Türkiye’de sizi aldatan birine mi rastladınız, bilin ki bu muhakkak Ermenidir. Ama bir Türk’e mi iş yaptıracaksınız? Mukaveleye gerek yok sözü kafidir.” Bunu devletin resmi bir makamı yapıyor ve bu kitap okullara öneriliyor. Duyunca insanın tüyleri diken diken oluyor. Siz bu ülkede yaşayan bir Ermeni’yi kaymakam yapmıyorsunuz, bırak kaymakamı çöpçü bile yapmıyorsunuz, askeri okula almıyorsunuz… Anayasal olarak bunların bir engeli yok ama almıyorsunuz.

Asker asla yok öyle mi?
Asla, alabileceğiniz en üst rütbe asteğmenliktir o kadar. Kamu kuruluşunda çalışamazsınız. Enteresan olan, seçilebilirsen milletvekili olabiliyorsun ama kaymakam olamazsın! Çünkü kaymakam, vali, devleti temsil ediyor. Devlet ile millet arasındaki ayrılığı bundan daha bariz başka bir şey gösteremez.


KÜRT OLMAZSA MESELESİ DE OLMAZ

1915 öncesi Ermeni nüfusu ne kadar Diyarbakır’da?
Afaki bir şey söylemeyeyim ama 1915 olaylarından evvel Diyarbakır’da nüfusun yaklaşık yüzde 30’u Ermeni.

Çok büyük bir rakam!
Evet. Ha keza okullar da öyle. Hemen bütün Diyarbakır’da ve Anadolu’nun birçok yerinde Ermeni okullar var. Çok önemli liselerimiz olmuştur; Erzurum’da, Kayseri’de, Diyarbakır’da…

Hâlâ çözümsüzlüğünde ısrar edilen ana dilde eğitim yüz sene önce varmış yani… Kürt okulu yok ama değil mi?
Yok tabii, Kürt’ün kendisi de otuz sene evveline kadar yoktu. Otuz sene evveline kadar kart kurtla geçti ömrümüz. Sonra jeton düştü: “ A Kürt var ya pardon!” dedik. Ondan sonra da şimdi başımıza bir mesele çıktı; Kürt meselesi. Tabii Kürt olmazsa meselesi de olmaz. Ama varken onu inkar ederseniz bak o zaman meseleye dönüşüyor işte.


GÜCÜ YETEN YETENEYDİ

Oturdukları mahalleye Gavur Mahallesi denmesi Ermeniler açısından incitici bir şey değil mi?
Orası niye gavur mahallesi? Çünkü Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı yer. Bir nevi gettolaşmış orada. Kilise ve kilisenin etrafındaki Ermeniler. Keza bugün Diyarbakır’da Kore Mahallesi denen bir yer var ki orada eskiden Museviler yaşardı, onlara da Moşe derlerdi. Süryanilerin yaşadığı mahalleler vardı. Hançepek’te on Ermeni evinin yanında bir Müslüman’ın evi falan vardı. Gavur Mahallesi’nde yaşayanların kendisi belki o gavurluğu özümsemiştir, o anlamda bir sorunları yok. Ama zaman içerisinde şu veya bu şekilde sürtüşmeler olabiliyor. Mesela çocukluğumda hatırlarım… Top oynarken, gelir Müslüman çocuklar ve “Gidin la gidin gavuroğlu gavurlar, biz oynucaz!” Orada biri oynayacaksa ilk hak onundur, siz ikinci sınıfsınız.

Birlikte oynamaz  mıydınız?
Arada bir olurdu tabii. Ermeni çocukların kendi takımı vardı “Ay Şen” diye. O zaman Diyarbakır’da “Ay Spor” vardı biz de oradan uydurduk işte. Sempati duyuyorduk, renkleri Fenerbahçe renkleriydi. Müslümanlarınki de “Yıldız Şen”idi. O da “Yıldız Spor”dan uydurma, onun renkleri de Galatasaray renkleriydi. Ay Şen ile Yıldız Şen bir araya gelip maç yapardık hesapta. O maç muhakkak kavga ile biterdi. Hakem de Yahudi olurdu ve sonra kızar hep beraber Yahudi hakemi döverdik.(Gülüyor) Gücü yeten yeteneydi yani. Bunu söylerken bir espri olarak algılamayın, maalesef bir gerçek bu. Gavur Mahallesi’nden geçen Süryani çocuklara Ermeni çocuklar kavun, karpuz kabuğu atabilirlerdi çünkü Museviler sayı olarak Ermenilerden daha azdı. Ermeni ve Süryani çocuklar birleşip Musevi çocukları taş yağmuruna tutar çünkü onlar daha da az! Öte yanda Müslüman’ın borusu daha çok ötüyor çünkü o daha çok! Bugün de öyle değil mi? Çoğunluk genelde azınlığı hallediyor. Oysa hakiki demokrasilerde azınlığın borusunun daha çok ötmesi lazım. O boruyu susturursanız o demokrasi olmaktan çıkar.


HÂLÂ BİR TAT, BİR KOKU, BİR SES BANA BİR SÜRÜ ŞEYİ ÇAĞRIŞTIRIR

15 yaşına kadar Diyarbakır’da kaldığınız düşünülürse bu kadar kısa sürede nasıl bu kadar Diyarbakır hikayesi biriktirebildiniz?
Bu soru bana sık sık sorulur. Gerçekten de ben 15 yaşıma kadar Diyarbakır’da herhalde farkında olmadan çok iyi bir gözlemci olmuşum. İstanbul’a geldikten sonra lisede okurken, ufaktan başlamıştım Ermenice hikayeler yazmaya. Edebiyat hocam: “Sen Anadolu hikayeleri, doğduğun yerleri anlat” dedi bana. O bana mihenk noktası gibi oldu. Ben de Anadolu’yu, memleketimi, Diyarbakır’ı, Gavur Mahallesi’ni anlatmaya kalkınca baktım ki, aklımda o zamana kadar düşünmediğim birçok şey çağrışıyor. Bugün de hâlâ bir tat, bir koku, bir ses bana bir sürü şeyi çağrıştırır.


NE İŞİM VARDI BENİM İSTANBUL’DA

Bir hayal kuracak olsanız  nasıl bir Gavur Mahallesi istersiniz?
İnsanların etnik kimliklerini öne çıkaran bir dünya düzeni kurmak istemezdim. Esas olan insandır benim için. Gavur Mahallesi dediğimiz yerde zaten gavur gitmiş, mahallesi kalmış. Böyle “ah keşke” diye hayallere dalıp orada böyle bir yaşamı ne kadar hayata geçirebilirsiniz bilmiyorum. Ama keşke hayal kurmak zorunda kalmasaydım; dedem, babam, ailem bunları yaşamasa; İstanbul’a gelmesem, ana dilimi orada öğrensem; öğretmen olmasam, demirci olsaydım… Kendime göre bir hayatım olsaydı. Ne işim vardı benim İstanbul’da? Hadi ben bu topraklardayım ne işi var insanların Amerika’da, Fransa’da? Geride ailesini bırakmış, annesini kaybetmiş, tehcir yollarında bilmem ne olmuş. Amerika’da yaşayan dayım Demirci Haço’nun ne işi vardı orada? Kalktı çocuklarının peşinden gitti. Hiçbir zaman mutlu olmadı çünkü burada yediği domatesi orada yetiştirmeye çalıştı kendi bahçesinde. Amerikalı izin verir mi bahçede domates yetiştirmeye…

ÖNCEKİ HABER

KESK’te tüzük tartışması

SONRAKİ HABER

Futbolda şike depremi

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...