10 Mayıs 2025 09:32

İşçinin hikayesi perdeye yansısa da işçi perdeye uğrayamıyor

“Garip bir sistem içindeyiz. İşçi filmi çekiyorsunuz ama izleyici işçi değil. Mülteci filmi çekiyorsunuz ama mülteciler izlemiyor. Ürettiğimiz şeyler hep aynı çevre içinde dönüp duruyor."

İşçinin hikayesi perdeye yansısa da işçi perdeye uğrayamıyor

"Zerre" filminden bir sahne

Şeyma Akcan
Murat Uysal


İstanbul – Bugünün Türkiye sinemasında, hikayelerinde ve seyirci koltuklarında işçi sınıfının yeri tam olarak nedir? Sinemanın maliyetli bir üretim alanı olması, Türkiye’deki siyasi atmosferin insanlar üzerinde yarattığı baskı, politik ekonomik anlamda erişilebilirlik konusu bir süredir tartışılmaya devam ediyor.

On yılı aşkın deneyimi ve üç kısa filmiyle sinema alanında üretim yapan Yönetmen Ferhat Özmen’le konuştuk. İşçi ile sinema arasındaki kopukluğun nedenlerine eğilen Özmen, geleneksel yaklaşımların bu hikayelere ne kadar uzak olduğunu anlattı. Film yapım koşullarının zorundalıklarına da değinen Ferhat Özmen, “Film üretmenin pahalı, zor olması ve baskı ortamı nedeniyle Türkiye’de artık daha çok ‘evcil’ hikayeler anlatılıyor. Evde geçen, aile içinde geçen, daha az riskli, daha az politik filmler” diyor.

‘Film üretimi azaldı, maliyetler çok yüksek’

İşçi filmleri daha çok halkın konuştuğu konular olmasına rağmen gündemde çok yer bulamıyor. Bugün birine sorsak, “Maden” filmini herkes hatırlar. Ama bugünün işçi hikayeleri sinemada neden yer bulamıyor? Çekilirken ne gibi zorluklarla karşılaşılıyor?

Bence bu sadece işçi filmlerine özgü bir durum değil. Kadın filmleri neden çekilmiyor? Kürt filmleri, LGBTİ filmleri neden az? Hepsinin yanıtı ortak aslında. Sinema pahalı bir üretim biçimi. Bırakın işçi filmlerini, genel olarak film üretimi çok azaldı. 2015-2017 yılları arasında kayda değer bazı işçi filmleri vardı, ama son zamanlarda böyle örnekler hatırlamıyorum.

Kısa filmde hâlâ bazı örnekler çıkıyor. Mesela “Kaç Gün Sürecek” adlı film tamamen bir motor işçisini konu alıyor. Ama genel olarak, işçi filmleri çekilemiyor çünkü sinema üretiminin kendisi zaten zor. Satış kaygısı var, üretim maliyetleri çok yüksek. Bir film ürettiğimizde yüzü aşkın insan çalışıyor. Her biri birer emekçi. Yönetmeninden oyuncusuna herkes işçi aslında. Onlara da hakkını vermeniz gerekiyor. Bu da büyük bir maliyet. Film sonunda satılmazsa ya da izlenmezse kimse bu riski göze almak istemiyor.

‘Sinema salonları Beyoğlu ve Kadıköy’e sıkışmış’

Peki işçilerin filmlere erişimi nasıl? Festivallere katılan işçiler, sizinle iletişime geçen izleyiciler oluyor mu?

Çok az. Gerçekten çok az. Çünkü sinema erişilebilir değil. İstanbul gibi bir kentte bile sinema salonları sadece Beyoğlu ve Kadıköy gibi semtlere sıkışmış durumda. Sadece belli bir zümrenin ulaşılabildiği yerlerde. Nüfusun büyük çoğunluğu işçi ama sinema salonları onların hayatına uzak. Bilet fiyatları yüksek, sinema bir lüks haline gelmiş durumda.

İşçi Filmleri Festivali bu noktada çok önemli bir rol oynuyor. Beklenmedik mahallelerde, küçük kültür merkezlerinde filmlerimizi gösteriyor. Ordu’nun bir beldesinden bir izleyiciden gelen “Filminizi izledim” mesajı benim için çok kıymetli.

Netflix, MUBI gibi dijital platformlar da ulaşım için bir alternatif ama işçiler yine dışlanmış durumda. Mahalle sinemaları yok artık. Eskiden kooperatifler ya da sendikalar sinema gösterimleri yapardı. Şimdi ise filmin ses ve görüntü kalitesine uygun gösterim koşulları sağlamak bile büyük bir mesele haline geldi.

Garip bir sistem içindeyiz. İşçi filmi çekiyorsunuz ama izleyici işçi değil. Mülteci filmi çekiyorsunuz ama mülteciler izlemiyor. Ürettiğimiz şeyler hep aynı çevre içinde dönüp duruyor. Üç-beş bin kişilik bir kitle yazıyor, izliyor, tartışıyor. Geniş kitlelere ulaşamıyor.

‘Sistemsel sorunların sinema üzerinden çözülmesi gerçekçi değil’

Bu izole ortamın dışında üretim yapan yönetmenler, ne tür kaygılar ya da motivasyonlarla film çekiyor sizce?

Ben işçi filmleri üretiminin az olduğunu düşünmüyorum. “Toz Bezi”, “Babamın Kanatları” gibi çok güçlü örnekler var. Belki başka konularda bu düzeyde güçlü filmler daha da az. Yönetmenler çoğunlukla “Bir işçi filmi yapayım” gibi bir motivasyonla yola çıkmaz. Kendi hayatlarını anlatırlar ve o hayat zaten sınıfsal olarak işçilikle iç içedir. Yani babamız inşaat işçisi, akrabalarımız inşaatla ilgileniyor, ne bileyim marketçi, asgari ücretli… Zaten oralardan çok fazla sinemacı çıktığı için doğal olarak kendi hayatlarını odağa koyduklarında ürettikleri de bir işçi filmine dönüyor.

Ben de bir çocuk işçi filmi çekerken, “Çocuk işçiliği anlatayım” diye başlamadım. Çocuk hikayesi anlatırken karakterim doğal olarak bir çocuk işçiydi. Bu kendiliğinden gelişen bir durum.

Yönetmenler genellikle bir yol tarif etmek yerine bir sorunu işaret etmekle ilgilenir. İşaret eder ama çözüm sunmaz çünkü bu zaten sinemanın görevi değil. Yani ben bu işçi sorununun nasıl çözüleceğini bilmiyor olabilirim bir yönetmen olarak ama bunun bir sorun olduğunu bilirim. Bu sistemsel meselelerin sinema üzerinden çözüleceğine inanmak da gerçekçi değil. Film ancak bir sorunu görünür kılabilir, soru sorabilir. “Şöyle yaparsak bu sorun çözülür” diyen filmler genellikle iyi filmler olamıyor çünkü üstten bir dille konuşuyor. Göz hizasından değil.

‘Baskı ortamı ve sansür ‘evcil’ filmler yapmaya yöneltti’

Belki de insanlar artık başka bir şeyin mümkün olduğuna inanmıyorlar mı? Umutsuzluk mu hakim?

Bence bu baskı ortamı her zaman vardı. Yani ben 10 yıl önce de aynı baskıyı hissediyordum. Belki dozajı arttı ama sinemacılar açısından bu yeni değil. Ancak üretim biçimini etkiliyor. Film üretmenin pahalı, zor olması ve baskı ortamı nedeniyle Türkiye’de artık daha çok “evcil” hikayeler anlatılıyor. Evde geçen, aile içinde geçen, daha az riskli, daha az politik filmler. Kamerasını sokağa çevirmediği sürece evin içerisinde aile hikayeleriyle bunu kurtarabilir. Bu yönetmenler de bu dönemi böyle aşmak zorunda kalıyor şu an.

Buna rağmen, eğer bir yönetmen işçi filmi çekmek isterse ve yeterli imkanı bulursa bunu yapabilir. Baskıdan bağımsız üretmek mümkün ama çok zor. Sansür, otosansür yüzünden sinema içe kapanıyor. Ama yine de üretmekten vazgeçmemek gerek.

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Patrona 0, işçiye yüzde 29
Vergide büyük yüzsüzlük

Patrona 0, işçiye yüzde 29

Maliye Bakanı Şimşek vergide adalet vurgusu yaparken, Türkiye’nin en büyük 10 sanayi şirketinin ödediği kurumlar vergisi, cirolarına oranla yüzde 0 ile binde 1 arasında kaldı. Vergi yükü her zaman olduğu gibi işçilerin sırtında kaldı. Faiz ödemelerine ayrılan pay rekor kırdı.

2024'de Ford Otosan'ın ödediği vergi oranı: yüzde 0,02

Arçelik'in ödediği vergi oranı: yüzde 0

Ereğli Demir Çelik'in ödediği vergi oranı: yüzde 0

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
10 Mayıs 2025 - Sefer Selvi

Evrensel'i Takip Et