Prof. Dr. Gaye Usluer: Her gün Kovid-19 testi yaptıranlar vatandaşı suçluyor
Prof. Dr. Gaye Usluer ile salgının durumunu, sınıfsallığını ve neler yapılması gerektiğini konuştuk: Tek kişinin kararı, inisiyatifi ve ufkuyla salgın yönetilemiyor, bunu hep birlikte gördük.

Prof. Dr. Gaye Usluer | Fotoğraf Gaye Usluer'in arşivinden alınmıştır
İLGİLİ HABERLER

İstanbul'da açık alanlarda konser, gösteri ve festivaller pazartesiden itibaren yasak

Diyarbakır Sağlık Platformu: Performans değil temel ücret istiyoruz

Bilim Kurulu üyesi Emre Kayıpmaz: İstanbul'da vaka sayılarının artma ihtimali var

"Kovid-19 tedavisinde kullanılan ilacın ruhsatı Medipol Üniversitesi için bekletildi"
Serpil İLGÜN
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın her akşam sosyal medya hesabından paylaştığı günlük koronavirüs tablosundaki sayılar artmaya devam ediyor. Ancak bu resmi tablo, kimseye hatta AKP tabanına bile güven vermiyor. Çünkü hem kendi yaşadıkları deneyimler hem de sağlık örgütlerinin illerden, hastanelerden duyurdukları rakamlar, resmi açıklamanın kat kat üstüne çıkıyor.
Mayıs itibariyle girilen “Normalleşme” süreci, düğün ve asker uğurlamanın yasaklanması dışında devam ediyor. İktidar, mayıs ve haziran aylarında hızlıca “Normalleşme” başlattığında uzmanlar bunun daha kötü sonuçlar doğuracağı konusunda uyarmışlardı. Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan, adeta müjde gibi açılan mekanları bir bir sayarken, Türkiye’nin virüse karşı zafer kazandığını savunuyordu.
Uyarılarda bulunan bilim insanlarından biri de CHP PM Üyesi, Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Gaye Usluer’di. Salgın sürecini ve iktidarın salgın politikasını yakından takip eden Usluer’le, içinde bulunduğumuz tabloyu, neden her şeyin çok daha kötüye döndüğünü, salgının sınıfsallığını, hafta başında yayımlanan genelge ışığında iktidarın salgın stratejisini ve neler yapılması gerektiğini konuştuk.
"HER GÜN TEST YAPTIRANLAR, HASTALANDI DİYE VATANDAŞI SUÇLUYOR"
Vaka ve ölüm sayılarının artması, "Korona kontrolden çıkıyor" tespitleri, her gün bir ilden "Kırılıyoruz" seslerinin yükselmesi ve endişenin büyümesi hasebiyle soralım: Salgında neredeyiz ve buna ne yol açtı?
Aslında 11 Mart-1 Haziran arasındaki sürece baktığımızda Türkiye, diğer ülkelere göre kısıtlayıcı tedbirleri az alan ama hafta sonları, kimi zaman tatil günleriyle birleştirerek yaptığı ‘aç-kapa’larla bir yönetim tarzı sergiledi. Başlangıçta süreç, Bilim Kurulu toplantıları, onların aldıkları kararlar şeklinde yürütüldüyse de Mayıs 11’de AVM’lerin açılması, 1 Haziran’da günlük vaka sayısı binli rakamlardayken diğer Avrupa ülkelerindeki sürece benzer bir normalleşme kararının alınması ve ondan sonra atılacak adımların tedbirler içermesi gerekirken, birdenbire normalleşme hissi verilerek süreç yönetildi. Daha doğrusu yönetilemedi. Ve 1 Haziran’da vatandaşlarda şöyle bir algı oluşturuldu; “Biz bu salgını kontrol altına aldık, Türkiye virüsü yendi, bundan sonrası tedbirlerle gidecek!” Ama genişletilmiş tedbirlerden vazgeçildi.
Neydi bunlar?
Örneğin toplu taşıma araçlarında yüzde 50 doluluk zorunluluğu varken bir gün sonra bu kaldırıldı. Çünkü işe başlama ve işten çıkış saatleri düzenlenmediği ve toplu taşıma sayısı artırılmadığı için insanlar mecburen işe bu şartlarda gitmek zorunda kaldılar. Yine haziran ayında bir hafta arayla milyonu aşkın öğrencinin sınavlara girdiğini gördük. Bu süreçte aslında Bilim Kurulu üyeleri, konunun uzmanları uyarılar yaptı, doğru olmadığını, kontrol edilemeyeceğini söylediler. Yine toplu ibadetlerin açılması, keza Ayasofya’da adeta gösteri tarzındaki toplu ibadet… Bunların hepsi aslında Türkiye’deki sürecin yanlış, şeffaflıktan uzak yönetiminin parçaları.
Fotoğraf: Beyza Nur Güler/DHA
Aynı şekilde turizm de açıldı, hatta teşvik edildi…
Evet, turizmin ekonomiye katkısının yaz aylarında artırılması düşüncesiyle tatil kredileri verilmesi, insanların tatile gitmelerinin teşvik edilmesi ve hayatın birdenbire eski normale dönmesi… Biz yaz sonunda tablonun böyle bir duruma evrileceğini görmüştük. Gerçekten de temmuz ayı sonu itibariyle giderek artan vaka ve ölüm sayılarında, ağırlaşan hasta sayısında artış yaşanmaya başladı.
Bu durum kamusal sağlık hizmetinin önemini ortaya çıkarırken sağlık sisteminin makyajının da dökülmesine neden oldu, ne dersiniz?
Tabii, o kadar alladığınız pulladığınız binalar, “otel hizmeti” gibi dediğiniz hastaneler, bunların hepsi bir kenara gidiyor, sağlık sistemi bir anda tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor. Siyasi iktidar buradan bir başarı hikayesi yazmaya çalıştı. Nitekim Türkiye bir ekonomik ve siyasi kriz içindeydi, salgın esasında ilaç gibi geldi, “Salgınla bir başarı öyküsü yazalım ve o sırada ekonomiye olan yansımaları da salgın nedeniyle diyelim, böylece diğer mevcudu örtebiliriz” diye düşünüldü.
Dolayısıyla fırsata çevrildi…
Evet, buradan bir şampiyon çıkarmak istendi, başarının sahibinin kim olacağı belliydi. Tabloyu böyle ortaya koyunca vatandaş da dedi ki “Her şey normal, her şey yürütülüyor, hasta sayısı azalıyor, her yer açılıyor.” Ama salgın bitmediğine göre bunun sürdürülebilirliğinin sağlanması gerekirdi.
Nasıl?
Ölçe ölçe. Atılan her adımda ne değişti, olumlu ya da olumsuz etkileri ne oldu? Bunlar ölçülmeyince olay 65 yaş üzerine indirgendi. Yani 65 yaş üstü öyle bir hisse kapıldılar ki onlar tehlikeli ve onlar çıkarsa hepimize tehlike saçacaklar! 65 yaş üstü korunmaya çalışıldı fakat evdeki genç, çoluk çocuk sokakta; düğün dernek, toplu ibadet her şey var, yaz ayları nedeniyle herkes daha çok bir arada... Tüm bunlara baktığımızda 65 yaşı evde tutmanın bir yararı olmadı, çünkü evde kalan 65 yaş, dışardakilerin getirdikleri mikroplarla yine hastalandılar.
"SÜRÜ BAĞIŞIKLIĞI HAYATIN KENDİSİ OLMAYA BAŞLADI"
Sağlık Bakanlığının, dolayısıyla iktidarın bu tablo karşısında bir stratejisi olup olmadığı da merak ediliyor. Günlük tabloya göre mi hareket ediliyor, yoksa sürü bağışıklığı mı sürdürülüyor?
Bir salgını yönetmenin iki aşaması var. Birisi, sahada salgını yönetmek. Yani bulaşı engellemek, bulaşı azaltmak, bulaşlıları tespit etmek. Öte taraftan hastane kısmında da hastaları tanımlamak, yatırmak, tedavi etmek, sağ kalımı sağlamak… Siyasi iktidar saha kısmını attı bir tarafa, sadece hastanede tanı konulan, iyileşen ya da hayatını kaybeden üzerinden bir başarı öyküsü yazmaya çalıştı. Yukarının rahatlığı vatandaşta da rehavet oluşturdu. Oysa ki yukarıda haftanın birkaç günü testleri yapılan, birkaç kişi dışında kimseyle görüşmeyen kendileri için güvenli ortam oluşturmuş kişiler, vatandaşa dönüp şunu söylemeye başladılar; “Maskenizi takmadığınız için, mesafeye uymadığınız ve de elinizi yıkamadığınız için hastalandınız!” Bu kurallar elbette önemli, bireysel önlem kurallarına hepimizin uyması lazım, ama salgını yönetebilmek için toplumsal düzenleyici kararların alınması, bu planların belli bir strateji ve plan doğrultusunda hayata geçirilmesi ve ondan sonra denetiminin yapılması lazım. Oysa başından beri siyasi iktidar toplumsal düzenleyici önlemleri almadı, bütün sorumluluğu vatandaşa yüklediler.
Prof. Dr. Gaye Usluer | Fotoğraf Gaye Usluer'in arşivinden alınmıştır
Diğer yandan sürü bağışıklığı tıpta vardır, ama kaba anlamıyla şu değil; “İnsanları kendi haline bırak, hastalanan hastalansın, iyileşen iyileşsin, iyileşmeyen kendi bilir!” Sürü bağışıklığı, kontrollü bir süreç oluşursa toplumsal bağışıklığın artmasına hizmet eder ve yüzde 60’lara ulaştığınızda siz salgını kontrol eder hale gelmişsiniz demektir. Ama siz her şeyi oluruna bırakarak “İnsanlar ne oluyorsa olsun, okul da açılsın, bu da açılsın” dediğinizde sürü bağışıklığı toplumun zararına işlemeye başlar ki işte orada sürü bağışıklığının anlamı olumsuzlaşır. Ama şu anda ve bugüne kadar yaşadıklarımız sürü bağışıklığı olayının da yavaş yavaş hayatın kendisi olmaya başladığı şeklinde.
"DEVLET CEZA KESEREK KENDİNE EKONOMİK KAYNAK YARATIYOR"
Hafta başında Erdoğan’ın talimatıyla İçişleri Bakanlığı 81 ile koronayla mücadele genelgesi gönderdi. Genelgede önlem adına toplu taşımaya ayakta yolcu alınmaması, maske takılması, kafe ve restoranlarda gece yarısından sonra müzik yayınının yasaklanması gibi maddeler var. Bir de maske takmayanlar ve ayakta gidenler için ceza kesileceğinin altı çizilmiş. Sorun bir asayiş sorunu gibi mi ele alınıyor?
Bu işin merkezinde olması gereken Sağlık Bakanlığı. Ondan sonra devletin tüm kurumları bu işin içine girdiklerinde, merkezde Sağlık Bakanlığının oluşturduğu kuralların olması ve düzenlemelerin ona göre yapılması lazım. Oysaki söz konusu genelgeye baktığımızda Türkiye’de dediğiniz gibi bir asayiş sorunu varmış da o asayiş sorununun kontrolüne yönelik tedbirler alınmış gibi. Öte yandan bir siyasi parti hâlâ miting yapmaya devam ediyorsa, insanların toplu taşımada ayakta gitmesi yasaklanırken mitingde balık istifi durup kendilerine fırlatılan çayları alabilmek için birbirlerinin sırtına biniyorlarsa burada bir tuhaflık var demektir. Bir an önce siyasi iktidarın siyaseten salgın yönetim şeklinden vazgeçmesi ve bilimsel kurallar çerçevesinde önceliğin Sağlık Bakanlığı ve Bilim Kuruluna verilmesi (Yeterli bilgi yoksa Türkiye’de bu bilgiyi verecek çokça bilim insanı var), eğitim alanında olsun, ekonomiye ilişkin olsun, toplu yaşamaya ilişkin kurallar olsun, bunların her birinin yeniden düzenlenmesi gerekir. Siyasi iktidarın bu noktada kolaylaştırıcı olması lazım. Ceza keserek devlet kendine yeni bir ekonomik kaynak yaratıyor diye düşünüyorum. Cezayla salgını yönetme şansımız yok.
Bunlar bilinmiyor ya da Bilim Kurulunda tartışılmıyor olamayacağına göre bundan neden imtina ediliyor?
Bunun nedeni sosyal devlet anlayışının olmaması. İşsizlik olsun, insanların evlerine giren girdilerin azalması olsun, yani insanların yaşayabilmesi için sosyal devlet anlayışının hayata geçmesi lazım. Kamucu sağlık sisteminin ne kadar önemli olduğunu, sağlık sisteminin kamusal bir hizmet olduğunu bu salgın bize öğretemediyse bundan sonraki süreçte başarılı olma şansımız yok. Aile hekimleri olsun, hastanelerde çalışan hekimler ve sağlık personeli olsun bunlar salgının insan kaynaklarını oluşturuyor. Yaptığınız çok katlı, lüks hastaneler, insan kaynağınız olmazsa hiçbir işe yaramaz. Yavaş yavaş hekimler tükeniyorsa, istifa ediyorlarsa, aile hekimleri “imdat” diyorsa ve siz hâlâ insan kaynağına yönelik tedbir alamıyorsanız, o insan kaynağı hâlâ koruyucu ekipmanla ilgili sıkıntılarını dile getiriyorsa ve o insan kaynağı “Bizi çoğaltın” diyorsa… Oysa atanamayan hekimler, hemşireler, atanamayan sağlık personeli, yani aslında dışarıda bir insan kaynağı var. O insan kaynağının içeriye yöneltilmesi lazım ki sağlık sisteminin sorunu büyümesin. Hâlâ geç değil, bir an önce bilimsel stratejilerin hayata geçmesi lazım. Önümüzde çok zor geçecek kış ayları var. Önümüzdeki yılın tedbirini şimdiden almış olalım.
Fotoğraf: DHA
"EKONOMİ SAĞLIĞIN ÖNÜNE GEÇİRİLDİ"
Vakaların artması, test yaptırma dolayısıyla tanı ve tedavide sınıf ayrımını, kayırmacılığı daha da açığa çıkardı, ne dersiniz?
Maalesef böyle bir boyut var. Bu konunun önemli olduğunu düşünüyorum. Bunlar işte bakanlıklar düzeyinde, cumhurbaşkanlığı mahiyetinde, TBMM içinde… Hatta bunların eşi dostu da devreye girdi, VIP yakınları, komşuları gibi. Belli bir zümreye üç günde bir test yapma gibi hiçbir bilimsel gerçekle örtüşmeyen bir süreç var. Mesela bu rakam nedir? Bu rakam günlük 110 binin içinde kaç bini oluşturmaktadır, haftalık kaça tekabül etmektedir? Tüm bunları soruyoruz, ama cevabını bilmiyoruz. Öte yandan çok önemli bir nokta daha var; risk gruplarında haftada bir test yapılması lazım ki risk gruplarını koruyabiliyor muyuz veya risk grubu enfekte olduğunda erken dönemde onu tanımlayıp görevinden çekecek miyiz? Örneğin sağlık çalışanları. Sağlık çalışanlarının enfekte olma oranı yüzde 11 ve bu birçok ülkenin çok üzerinde ve en fazla sağlık çalışanının hastalandığı ülkelerden biri Türkiye. Bunun nedeni sağlık personeline özellikle haftada bir test yapılması gerekirken bunun yapılmaması. Yine huzurevleri, cezaevleri keza toplu taşıma şoförleri, gişelerde memur olarak çalışanlar, market çalışanları… Yani insanla çok teması olan insanlar için bu tarama testleri yapılmıyor. Türkiye sadece hastalanan kişiye test yapıyor, bu yolu izlediğinizde de salgını kontrol etme şansınız olmuyor. Bütün sorun ekonomiyi sağlığın önüne geçirmek.
Aynı şekilde fabrikalarda da düzenli testlerin yapılması gerekiyor ancak bu olmadığı gibi kovid testi pozitif çıkan yüzlerce işçi çalışmaya zorlanıyorlar. “Aş mı, korona mı?” ikileminde kalan işçi ve emekçiler de işsiz kalmamayı öne koyuyor…
Tabii. Salgın zamanlarında bir de bu işten para kazanan gruplar ortaya çıkıyor, işte maske satışı, örneğin dezenfektan satışı… Fabrikalara gidiyor diyor ki “Burayı haftada bir dezenfekte edeceğim veya test yapacağım.” Şirket sahipleri özel şirketlerle anlaşıp test yaptırıyorlar. Ama tüm bunların devletin, Sağlık Bakanlığının kontrolünde olması lazım. Siz bunları özel şirketlere emanet ederseniz, hem bu sınırsız ve kontrolsüz bir kazanç kapısı olur hem de eğer bir fabrikada bir işçinin kovid testi pozitif çıktığında, rahatlıkla o işçi eve gönderilir ama geri kalanlar için bir önlem alınmaz, yakın çalışma arkadaşları karantinaya alınmaz. Sonuçta ekonomi ve sağlık burada bir çatışma halinde.
"TÜRKİYE’NİN TEST STRATEJİSİ HÂLÂ YOK"
Fotoğraf: DHA
TTB de, vatandaş da soruyor, bu testler kime yapılıyor? Ek olarak salgını tespit etmede çok önemli bir ayak olan test sayısı yeterli mi?
Mart ayı içinde Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) “Test, test, test” dedi. 1 Haziran sonrasında yeni normale geçilirken DSÖ sloganı bu kez “Daha çok test, daha çok test”e çevirdi. Türkiye başından beri test sayısı en az olan ülkeler arasında. Sayıdan öte, Türkiye’nin hâlâ bir test stratejisi yok. Böyle olunca isterseniz dünyanın en çok test yapan ülkesi olun bir anlam taşımaz.
Neden?
Çünkü daha çok test derken bir strateji geliştireceksiniz. Bu ne demek? Eğer elinizde sınırsız bir test kaynağınız varsa, Güney Kore’dekine benzer sokaktan geçen herkese test yaparsınız, bu en idealidir ama ulaşması zordur çünkü paranız olacak, kitiniz olacak vs. Bunu yapabildiğinizde sokaktan geçen insanın enfekte olup olmadığını bulursunuz, onu izole edersiniz böylece toplumsal bulaşı azaltırsınız. Testi çok yapan ülkelerdeki başarının sırrı bu. Ama elinizde böyle bir olanak olmadığında, testi kimlere yapmanız gerektiği, testi yaptığınız kişilerde kaç gün arayla test yapmanız gerektiği, ideal test yapma zamanı gibi bir sürü faktör sizin test stratejinizi oluşturur. 1 Haziran’da 40 binli sayılarda yapılan test şimdi 110 bin yapılıyor ama dünyayla kıyasladığımızda bu yine düşük. Ayrıca burada biz hekimlerin sıkça vurguladığı konu şu; sizin de dediğiniz gibi, bu rakamın içinde kimler var? Bu rakamın içinde sadece hasta olup hastaneye başvuran kişiler varsa ve siz onlara test yaptığınızda pozitif sonuçlar veriyorsanız, buradan bir ölçü çıkmaz. Rakamlarınızın içinde ikinci, üçüncü tarama testleri varsa o zaman da bu rakamlar bir anlam taşımaz.
"PARASI OLAN AŞIYI ALABİLECEK"
Koronanın bir diğer gündemi aşı. Önce zatürre ve grip aşısını soralım. Halk her ikisine de ulaşamazken üst sınıflar edinebiliyor. Diğer yandan aşı yapma konusunda ikna olmayanlar da var. Hepimiz aşı olmalı mıyız?
Zatürre aşısı ve grip aşısı bu dönemde daha önem kazanacak çünkü kovid kış ayları boyunca devam edecek. Bir kere burada önceliğimiz belli. Hem zatürre hem grip aşısı öncelikli olarak 65 yaş üzeri ve zemininde kronik hastalığı olanlara yapılmalı ki bu zaten devlet kontrolünde olan ücretsiz uygulanan bir aşılama. Ancak belirttiğiniz gibi sorun aşılara ulaşım sorunu. Türkiye aşıda yüzde yüz dışa bağımlı bir ülke. Kendi aşımızı kendimiz üretmiyoruz. Dışarıya bağımlılık da aşıya erişimde kesintiler, zorlukları getiriyor. Örneğin zatürre aşısı şu anda hiçbir yerde yok ve risk grupları dahi aşılanamıyor. Grip aşısı henüz gelmedi, zaten piyasaya çıkma zamanı bu ay içinde dünyada. Ama Türkiye’ye ekim sonundan önce gelmeyeceğine dair bilgiler alıyoruz. Geçtiğimiz yıl aralık ayı sonuna geldiğimizde risk gruplarını aşılayabilmiştik. Bu yıl umarım olmaz ama hem dünyada aşıya talebin artması hem dışa bağımlı olmanız, geçen sene de bu sistemi iyi yürütmemiş olmamız, Sağlık Bakanlığı’nın iyi hazırlanması yönündeki uyarıları dinlememesi nedeniyle endişelerimiz sürüyor. Grip aşısına da ulaşım sıkıntısı olacak, insanlar parasını ödeyerek almak istediğinde eli boş dönecek aşı olmadığı için. Zatürre aşısında başka bir sorun da var; hem aşı yok hem de ücretli olarak aşıyı edinmek isteyen için aşı tek doz 350 TL. Sonuçta burada da sınıfsal bir aşılanma karşımıza çıkıyor, parası olan aşıyı alabilecek ama parası olmayan aşı var olduğunda dahi parası olmadığından aşılanmamış olacak.
65 yaş üzeri ve kronik rahatsızlıkları olanlar için mutlaka dedim ama tabi bu süreçte aşılanmak isteyen herkese aşılanın dememiz gerekiyor. Aşılanmada bir sıkıntı yok.
"HERKES KORUNMADIĞINDA KİMSE KORUNAMAZ!"
Fotoğraf: DHA
Kovid-19 aşı çalışmalarını nasıl izliyorsunuz?
Kovid-19 aşısıyla ilgili konuşmak için çok erken şu anda. Olumsuz konuşmak istemem çünkü aşı çok önemli bir çözüm olacak, eğer hayatımıza girebilirse. Aşı çalışmaları on yılları alan çalışmalardır. Şu an salgın nedeniyle çok hızla klinik aşamaya geçildi. Birtakım aşıların etkin olduğuna dair, birtakım aşıların da ciddi yan etkiler gösterdiğine ilişkin bildirimler var. Aşıyı kullanabilmenin hayata geçebilmesinin iki önemli şartı vardır. Birincisi etkin yani koruyucu olması, ikincisi güvenilir olması. Yani ciddi yan etkisi olmayacak. Bu ikisi birlikte olduğunda “Tamam” diyebiliriz, şu an bunu diyebileceğimiz bir noktada değiliz dünyada.
Diğer yandan kovid aşısı hayata geçirilse bile aşıya ulaşmada da eşitsizlik olacağı şimdiden dile getiriliyor.
Evet, kullanabileceğimiz noktada sorun daha da büyüyecek. DSÖ şimdiden çağrıda bulunuyor; “Aşı milliyetçiliği yapmayalım.” Çünkü ülkelerin parasal güçleri devreye girecek. Yine aşıyı üreten ülkeler daha şanslı olacak, “Öncelikle benim ülkem” diyecek. Şu önemli, herkes korunmadığı zaman hiç kimse korunamaz. Yani tüm ülkeler aşı milliyetçiliği yaparak kendilerini sahte bir güven altında hissedebilirler, çünkü bütün dünyada bu global sorun hallolmazsa istediğiniz milliyetçiliği yapın slogan belli; herkes korunmadıkça kimse korunmuyor demektir!
"TEK KİŞİNİN KARARI VE UFKUYLA SALGIN YÖNETİLEMEZ"
Aslında belirttiniz ama altını yeniden çizmek için; iktidar yaklaşımı böyleyken ve vakalar hızla artarken koronayla mücadele nasıl lehe döndürebilir? Örneğin bazı bilim insanları kısıtlamaların geri getirilmesini savunuyor, kimileri de 15 gün evde izolasyonu öneriyor. Ne yapmalı?
Bütünsel bakmak lazım ve o bütünün her bir parçasını önemseyerek bakmak lazım. Bütün sorunlar bireylere yüklendiği için oradan başlayayım; bir kere bireysel önlemleri hayatımızın bir parçası haline getireceğiz. Yeni normal daha iyi bir şey değil, eski normalle hiç aynı değil, sosyal aktivitelerimiz, iletişimlerimiz belli kurallar çerçevesinde olacak. Tabi ki hayat devam edecek, sürekli kapalı, hayatın durduğu bir yaşam olamayacağına göre kontrollü bir yaşam sürdüreceğiz. Bu yaşamda maske, mesafe, el hijyeni hayatımızın bir parçası olacak ve hiç unutmayacağız bunu. Öte yandan siyasi iktidar, başta Sağlık Bakanlığı olmak üzere salgının sahada yönetimini, salgının hastaneler düzeyinde yönetimini yeniden planlanması gerekiyor. Çünkü bu süreçte Kovid-19’a o kadar odaklandı ki sağlık yönetimi, kronik hastalıkları olanlar, kanser hastaları, çocuklar için aşılama, çocuk sağlığı çok aksadı. Salgın kontrolden çıktı dediğimiz noktada palyatif dediğimiz, yani günü kurtarma adına atacağımız adımlarla sonuç alamayız.
Gerekiyorsa da tabii ki geçen defa yapılan aç-kapalar yerine daha mutlak kapanma sürecini, en az 14 gün (bu kuluçka süreci) insanların eve kapatılması, tabi bunu yaparken siyasi iktidarın sosyal devlet anlayışıyla hareket etmesi, vatandaşın ihtiyaçlarının karşılanması, yerel yönetimlerin sistem dışı bırakılmaması bütünün parçaları. Bunlardan birini eksik yaptığımızda başarılı olma şansımız yok. Bir bütünsel anlayışıyla ama bilimsel düşünce temelinde bundan sonraki süreç yönetilebilirse başarı ve kontrol gelebilir. Aksi halde tek kişinin kararı, tek kişinin inisiyatifi, tek kişinin ufkuyla salgın yönetilemiyor bunu hep birlikte gördük.

Evrensel'i Takip Et