Kovid-19: Sermayenin kaçış rampası mı, toplumsal hareketlerin miladı mı?
Krizi sermayenin çıkış rampasına dönüştürmek mümkün; diğer taraftan toplumsal hareketlerin yükselişinin miladı olarak okumak da. Gözden kaçırılmaması gereken ise işçilerin birer özne olduğudur!

Fotoğraf: Pixabay
İLGİLİ HABERLER

Özgür Müftüoğlu: İşçi sınıfı çelişkilerin net göründüğü bu dönemi iyi değerlendirmeli

Arş. Gör. Erkan Kıdak: Salgın, kriz, işçiler ve enternasyonalizm

Emeğin tarihi ile tarihin emeği arasındaki çelişki
Arş. Gör. Erkan KIDAK
Denizli
Kapitalizmin tarihi boyunca çeşitli nedenlerle birçok küresel kriz yaşandı. En bilinen, en fazla örnek gösterilen krizlerden birisi 1929 yılında ABD’de başlayan finansal kriz. Ardından bu kriz Avrupa ve bütün dünyayı sardı, işsizlik ve yoksulluk sorunu toplumların en büyük hastalıklarından biri olarak görülmeye başlandı. Kuşkusuz bu kriz döneminden en az zararla ve dünyanın yükselen yıldızı olarak çıkan ülke ABD oldu. Başkan Roosevelt, Keynes’in toplam talebin arttırılması için tam istihdam gibi tüketicilerin mali olanaklarının geliştirilmesi doğrultusundaki önerilerini içeren koşulları hayata geçirdi. Yeni Sözleşme (New Deal) olarak bilinen bu koşullar, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından 1970’li yılların ortalarına dek refah devletinin altın dönemini oluşturdu.
Yukarıda yapmış olduğum yorum, emekçilerin korunmasını içeren düzenlemelerin tepeden inme bir anlayışla hayata geçtiği şeklindeki görüşü destekliyor. Oysa gerçekte sorun bu kadar da kolay bir biçimde aşılmamıştı. İşçiler karşı karşıya olduğu sömürü koşullarıyla tarihsel olarak mücadeleler gerçekleştirmişti. İşçi, tarihin hiçbir döneminde edilgen bir nesne olmamıştı. Kendi ekonomik ve sosyal koşullarını iyileştirmek için gerektiğinde engin mücadele yöntemlerini de benimsemişti. İngiltere’de 1830’lu yıllarda biriken toplumsal huzursuzluklardan kurtuluş için siyasal yollarla mücadelenin benimsenmiş olması ve bu doğrultuda işçi sınıfının genel oy mücadelesini içeren Çartist hareketin başlatılması, işçilerin tarihsel bir özne olduğunu net olarak gösteren örnekler arasında yer alır.
İşçilerin içinde bulundukları olumsuz koşullara karşı örgütlenmelerinin tarihte sınırsız örnekleri bulunmaktadır. Londra Yazışma Derneği’nden tutun da Amerikan Emek Şovalyelikleri’ne, Marksist veya Anarşist sendikal örgütlere, Fabian Cemiyeti’ne dek birçok örneğe çeşitli kitaplardan erişmek mümkündür. Yasal veya enformel olarak kurulmuş olan emek örgütleri, işçilerin sınıfsal çıkarları için kapitalizmin tarihi boyunca birçok girişimde bulunmuştur. Bunlardan birisi de 1911 yılının 25 Mart’ında ABD’nin New York kentinde faaliyet gösteren Triangle Gömlek Fabrikası’nda görülmüştür.
Geçtiğimiz günlerde LaborNotes Platformu’nda David Unger’ınbu konuyla ilgili bir makalesi yayımlandı. Türkçe çevirisini üstlendiğim bu makaleye DİSK’in web sitesi üzerinden erişmek mümkün. Unger, işçi sağlığı ve iş güvenliği başta olmak üzere, sendikal özgürlükler ve ekonomik-sosyal koşullarının iyileştirilmesi için New York’taki yaklaşık 20 bin dokuma işçisininUluslararası Kadın Konfeksiyon İşçileri Sendikası (ILGWU) ile birlikte bir yürüyüş gerçekleştirdiğini, bu hak taleplerinin bazı fabrikalarda karşılık bulduğunu, ancak Triangle gibi bazı fabrikalarda taleplerin karşılanmadığını aktarıyor.
Bu hareketin 2 yıl sonrasında 25 Mart 1911 tarihinde Triangle fabrikasının 9’uncu katında çıkan bir yangın esnasında, fabrika kapılarının -kumaş hırsızlığını önlemek amacıyla- kilitli olması nedeniyle işçiler kaçamamış ve bazı işçiler camlardan atlamış bazıları ise yanarak yaşamını yitirmiştir. Yangında çoğunluğunu göçmen kadınların oluşturduğu 146 işçi acı bir şekilde can vermiştir. Bu olay üzerine ILGWU tarafından yürüyüşler düzenlenmiş ve New York’tan başlamak üzere ABD genelinde bir işçi hareketi patlak vermiştir.
Hareketin temel talebi ise işçilerin hakları için reformlar yapılması yönündeydi ve yıllar boyunca eyalet ve merkezi devlet üzerinde baskı uygulandı. Unger’a göre işçi sınıfına mensup olan yüz binlerce işçinin örgütlü gücü, grevler ve şiddetli muhalif hareketler meydana gelmeseydi, kapitalizmin reformları engellemesi oldukça kolaydı. Triangle’daki trajik olay, kitlelerin ayaklanmasını sağladı ve refahın sağlanmasında toplumsal hareketin önemine tarihsel perspektiften bir anlam kazandırdı.
İkinci Dünya Savaşı’ndan 1970’li yıllara dek refah devleti altın çağını yaşadı. Ancak 1970’li yıllarda ortaya çıkan petrol şoklarının etkisiyle bu anlayış sorgulanmaya başladı. Aslında bu anlayışın sorgulanması da gökten zembille inmedi. Hayek ve Friedman’ın da içerisinde yer aldığı Mont Pelerin Cemiyeti, 1950’lerden itibaren Keynesyen iktisat anlayışının açığını aramaktaydı. Sonunda kapitalizmin yeniden krize girmesiyle birlikte Monetaristlerin görüşleri değer kazandı ve ulus devletlerin halklarını koruyucu tedbirlerden yeni sağ iktidarları aracılığıyla bir bir vazgeçildi. Liberal düşünürlere göre, bu dönemde sosyal devlet, ulus devletle birlikte tarihin sayfalarında yer almaya başlamıştı. Ancak Covid-19 gibi bir kriz gösterdi ki: sosyal devlet, herkes için var olmaya devam etmeliydi!
Bugün Covid-19 salgınının etkisi altında dünya genelinde bir krizle karşı karşıyayız. İşin sağlık boyutunun yanında ekonomik ve sosyal açıdan kalkınma, bireysel ve kolektif hak ve özgürlüklerin kullanımı gibi birçok konu sosyal devletin meseleleri arasında yer alıyor. Kendilerini neoliberal devlet yönetimleri karşısında ilk defa bu kadar değersiz hisseden yurttaşların siyasi tutum ve davranışları ise merak konusu… Bazı görüşlere göre neoliberal despotizm krizin zararlarının önlenmesi açısından eskisinden daha fazla kendisini gösterecek ve saldırganlaşacak… Diğer bir görüşe göre neokeynesyen dönem kapıda… Başka bir görüşe göreyse tıpkı ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası Marshall yardımları aracılığıyla hegemon güç haline gelmeye başlaması gibi, Covid-19 krizi sonrasında da krizden en az düzeyde etkilenen Çin’in yeni hegemon küresel aktör olacağı öne sürülüyor…
GÖZDEN KAÇIRILMAMASI GEREKEN İSE İŞÇİLERİN BİRER ÖZNE OLDUĞUDUR!
Covid-19 krizi henüz tarihsel bir olgu niteliğini taşımadığı için bir yorumda bulunmak için çok erken. Bunu şimdiden kestirebilecek müneccim yeteneklerine sahip değilim. Ancak bir dönüşüm yaşanacağı kesin. Kriz sonrası tartışmaları şimdiden başladı ve nereye gideceği meçhul… Ancak şu an neler olduğuna bakacak olursak, Türkiye özelinde küresel rekabetçiliğin en hayati konu olarak son hızda devam ettiği, yarı-çevre ülke olmanın getirdiği koşullar gereği işçilerin halen üretimin bir girdisi olarak görüldüğü anlayış varlığını sürdürüyor. Bu süreçte birçok düzenleme yapılıyor, ancak düzenlemelerin içeriğine bakıldığında telafi çalışması uygulamasının dört aya çıkarılması yoluyla ücretlendirilme olmaksızın fazla çalışmanın yasallaştırıldığı gibi işçi aleyhine hükümler görülüyor. 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun bir genelgeyle askıya alınması diğer bir uygulama… En son olarak ise “işten çıkarmanın yasaklanması” adı altında, ücretsiz iznin meşrulaştırılması… Bu tür düzenlemeleri sıralamak mümkün. Ancak gazetedeki sayfa sınırlılığı nedeniyle bu örneklerle yetinmekte fayda var… Son tahlilde söylenebilecek olan söz ise, klasik bir ifadeyle “kriz, sermaye için fırsata çevriliyor”.
Son olarak belirtilmesi gerekir ki, krizi sermayenin çıkış rampasına dönüştürmek mümkün; diğer taraftan toplumsal hareketlerin yükselişinin miladı olarak okumak da. Hangi ihtimal gerçekleşirse gerçekleşsin, gözden kaçırılmaması gereken ise işçilerin birer özne olduğudur! Tarihteki olgular içerisinde de, bugün içinde bulunduğumuz ve yarın bulunmaya devam edeceğimiz koşullarda da bu değiştirilemez bir gerçek! İşçilerin kendi yaşam koşullarını iyileştirmek ve daha insani şartlarda çalışmak ve yaşamak için sendikaların çatısı altında örgütlenmesi ise zaruriyet…
SORUNU KAYNAKTA ÇÖZELİM!
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (Mülkiye)’nde öğrenciyken İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği dersime, ömrünü işçilerin ve yoksul çocukların sağlığına ve güvenliğine adamış Prof. Dr. Gürhan Fişek hocam girdi. Gürhan Hocamın işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerine yönelik temel yaklaşımı, sorunun kaynakta çözümü yönündeydi. Diğer yaklaşımlar ise riskleri ve önlemleri bireyselleştiren ortamda ve hedefte çözümdü. Bir iş kazasını kişisel koruyucu ekipmanlara indirgemek hedefte, işyerinde aramak ortamda ve genel olarak üretim ilişkileri içerisinde soruna çözüm arayışında olmak ise kaynakta çözüm yöntemidir.
İşçi sağlığı ve iş güvenliği alanının konusu olan bu yöntemleri, toplum sağlığına genelleştirmek de mümkün. Covid-19 krizi özelinde konuyu ele alacak olursak; insanların sokağa çıkma yasağını, yasaktan 2 saat önce duymasının ardından büyük bir tedirginlikle sokaklara dökülmesinde bu insanları suçlamak, onların aldığı malzemeleri küçümsemek veya alay etmek gibi davranışlar sorunu hedefte çözmenin bir örneğidir. Hatta riski bireyselleştiren bu yaklaşımın bir çözüm olduğunu öne sürmek bile iddialı bir söylem olarak kalmaktadır.
Oysa yerinde (ama iki günle sınırlı olması nedeniyle eksik) olan bu düzenlemenin plansız, kontrolsüz ve zamansız bir şekilde yapılması gerekirdi. Sorunu kaynakta çözmek istiyorsak; işçilere gelir ve istihdam güvencesini tam anlamıyla sağlamak, evde kalabilmelerini garanti altına almak ve sağlık hizmetlerini koşulsuz ve ücretsiz olarak yerine getirmek zorundayız.
Kaynak Önerileri:
- E. P. Thompson – İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu
- Alpaslan Işıklı – Sendikacılık ve Siyaset
- Yıldırım Koç – “İşçi Ne Zaman Ayağa Kalkar”
- David Unger- “Covid-19 Yeni Bir Milat mı?”, Çeviri: Erkan Kıdak,
Evrensel'i Takip Et