01 Haziran 2019 22:11

Yazar Seray Şahiner: Beni sokağa çıkaran neyse masaya da oturtan o

İsmail Afacan sordu, Yazar Seray Şahiner yeni kitabı Hepyek'i anlattı.

Yazar Seray Şahiner | Fotoğraf: Sedat Suna | Kolaj: Evrensel

Paylaş

İsmail AFACAN
İstanbul

Kazanmak için değil ölmemek için yaşayan Feliçita Mehmet, zamanın hem bekçisi hem de habercisi olan Behiye, meyhanelerde darbuka çalan Uçurtma Recep, kocasının mezarını satan Türkan, torunlarıyla kuşak çatışması yaşayan Karaca Hanım, ayaklarının ağrısını tuvalette oturarak dindiren Garson Emirhan… Yazar Seray Şahiner yeni kitabı Hep-yek’te birbirini tanımayan ama karşılaştıklarında birbirine yabancılık çekmeyecek karakterlerden oluşturuyor öykülerini... Şahiner’in karakterleri “Sokağı kullanma biçimlerinden, hayatta kalmak için buldukları çarelerden tanıyorlar birbirlerini.”

Hepyek’te işlenen şehir-insan ilişkisi, her öykünün odağında bulunan iletişim aracı ve hayatın içinden yapılan canlı gözlemler; okurla karakterler arasında da benzer bir tanışıklık hissi yaratıyor. Kimi zaman iyi bildiğimiz, kimi zaman görmezlikten geldiğimiz karakterler ister iş yerinde, ister meyhanede isterse hastanede olsun okura selam vermeden geçmiyor. Biz de karakterden aldığımız selamı Seray Şahiner’e ilettik, sorularımızı yönelttik. Biraz da edebi mutfağına girdik. Söz Seray Şahiner’de…

Neden Hepyek?
Karakterlerim, kaybetmeyi yücelten karakterler değil, göze alan karakterler. Onlar için önemli olan, oyuna dahil olmak ve sonrasında oyunda kalmak. Çünkü Hepyek’tekiler başlangıçta, dışarıda bırakılmış karakterler. Sadece kazanmak şartıyla oyuna devam ederiz gibi bir durumları yok... Ama... Benim için en önemlisi, kaybettiklerinde bu aczin reklamını yaparak fayda sağlamıyorlar. Yoksulluğu gelir kapısı, yenikliği peşinat, haklılığı koz olarak kullanmıyorlar. Zarlar yeni kapılar almalarına olanak sağlamaktan ziyade yenilgiye kapı açacak şekilde gelse de, oyuna, hayata devam edenleri anlattığım bir kitap Hepyek.

Kitaptaki öykülerde iletişim kurma biçimleri ve araçlarının odağa alındığı hissediliyor. Masal, televizyon, internet, muhabbet gibi... Neler söylemek istersiniz?
Marhsall McLuhan’ın “Araç mesajdır” kuramından yola çıktım. Bir veriyi hangi araçtan aldığımız, onu algılama biçimimizi de etkiliyor. Çok basitçe özetlemem gerekirse, bir filmi televizyonda izlemekle sinemada izlemek arasındaki duygu farkından tutun, bir haberi gazeteden okumakla televizyonda görüntüler eşliğinde izlemek arasındaki hissiyatının ayrımına... Kitaptaki her öyküde bir iletişim aracını odağa aldım. Kuşaklar arası iletişim yöntemi olan masallardan, iç iletişim aracımız olan rüyalara; teknolojiyle hayatımıza giren iletişim araçlarına, hoperlöre, gazetelere, televizyona, internete... Aşama aşama büyütüp geleceğin iletişim teknolojisine dair kurgu olan bir öyküye kadar getirdim. Son öyküde, benim için en kuvvetli iletişim aracı olan muhabbetle bitirdim.

Kitapta ve hayatta baş köşeye koyduğum başka bir iletişim var: Halden anlamak. Hepyek’te yer alan öykülerdeki karakterler, birbirleriyle tanışmasalar da sokakta karşılaştıklarında bir yabancıyla karşılaşmanın getirdiği tedirginliği hissetmiyorlar. Sokağı kullanma biçimlerinden, hayatta kalmak için buldukları çarelerden tanıyorlar birbirlerini... Hemşehrilik gibi bir duygu.

"İÇ SESİM DIŞ SESİMİ DÖVER"

Yer yer karakterlerin iç sesiyle karşılaşıyoruz...
Üniversitedeyken çıkardığımız fanzinde öykülerimi yayımladığım sayfanın genel başlığı: “İç sesim dış sesimi döver” idi. Demek istediklerimizle dediklerimiz arasındaki nüansın cereyan yapması... İçimizde çarpılan kapıların pencerelerin sesiyle baş başa kaldığımız an, bir öfke doğuyor. O benim güvendiğim, umut aldığım bir öfke. Sözün rüzgarının dışarı çıkmasını sağlayan ruh hali. İkaz eden dış sesler, iç sesimiz ve dışarıya söylediklerimizin uygun düşmesi dengesini sağlamaya çalışırken doğan sıkışmışlığa eğiliyorum.

Yazdığınız karakterlere gelmişken, öykülerinizde çoğunlukla kadınları anlatıyorsunuz. Kadın karakterleri yazmaktan sıkılmıyor musunuz?
Sıkılmıyorum. Şundan sıkılıyorum: Bir yazar erkekleri anlatıyorsa edebiyat, kadınları anlatıyorsa siyaset çerçevesinde değerlendiriliyor. Kadın hareketinin içindeyim, sokağa inanıyorum. Sınıfsal olarak işçi kökenliyim. Derdimi yazarak anlatıyorum, kağıda yazmasam duvarlara yazardım. Masaya bütün bunların içinde biri olarak oturuyorum. Ama orada murat ettiğim şey, edebiyat. Sanki edebiyat yakıştırılmıyor da, biz sürekli canımızı haklarımızı koruma mücadelesi vermek durumunda olduğumuzdan, slogan atsınlar yeter durumu var. Hayır, temsiliyetin her halini hak ediyoruz. Bak bunu derken bile hak kelimesini kullanmak durumunda kalıyorum. Sokakta, sahnede, edebiyatta olmamızın haber değeri taşımayacağı kadar çok olacağımız günü hayal ediyorum.

"KARTON KARAKTER YARATMAKTAN KORKARIM"

Kadın karakterlerinizi idealize bir içerikle anlatmıyorsunuz. Çelişkileriyle ve hatalarıyla varlar. 
Karton karakter yaratmaktan korkarım. Hayal kurmayı severim ama gerçekçi karakterler yaratmak isterim. Doğrucudan ziyade gerçekçi... Kadını yahut erkeği yermek veya idealize etmek değil derdim. Meselem, erk ile. Sistem, içeriden ve dışarıdan gelen baskılar, öğretiler, hayat şartları var... Doğuyoruz ve önümüzde bir yanlış bir doğru iki seçenek sunuluyor da, bakalım biz hangisini seçeceğiz gibi bir hayatta yaşamıyoruz. Çelişkiye kapılmak; aslında göze alınmış bir risktir, cesarettir. Önüne sunulandan başka ne yapabileceğini düşünmenin sonucudur.

"BİR ŞEY AKMIYORSA DONAR"

Metaforik anlatım, masalsı söylem, ritmik anlatım gibi farklı biçimlerden yararlanıyorsunuz. Biraz bu konuyu açabilir miyiz?
En büyük korkum, bir ömre sadece bir hayat sığdırmış olarak ölmek. Çünkü o zaman sadece bir bakış açısıyla, bir ağızla yazabilirim. Oysa benim, anlatacağım her hikaye için kendimden yaratacağım başka bir yazara ihtiyacım var. Kendime başka rüzgarlar, başka sanat di-siplinleri, başka hayatlar eklemeye, bunların içinden geçmeye çalışıyorum. Yazarken, müzik tekniğinden, ritimden; sinemadaki kamera açılarından, resim yaparken hocamın dediği “Çok bak az çiz”deki on saat boyunca aynı sabit görüntüye bakma terbiyesinden çokça faydalanıyorum. Ve bir mahallede kapı önüne oturup rahatça dedikodu yapabilmekten… Belki yazarım bunları diye de değil aslında… Hayat, şimdi içmesek de kulak arkası yapalım diye is-tifleyebileceğimiz bir şey değil. Ama bütün bu sürecin sonunda, masaya başka rüzgarlara kapılmış biri olarak oturuyorum. Benim için önemli. Zira… Bir şey akmıyorsa donar.

"ŞEHİR, İNSAN VE EDEBİYAT BİRBİRİNDEN BAĞIMSIZ DEĞİL"

Öykülerinizde mekan ve insan ilişkisi dikkat çekiyor ve bunların birbirini şekillendirdiğini görüyoruz...
Hepyek’teki karakter ya göçmenler ya da göç etmiş ailelerin çocukları. Göçle geldiğin bir mekanı yer ediniyorsun, o mekana bir şeyler katmaya başlıyorsun. Bunun üzerine, göçle geldiğin yere de kimi suistimaller yapıldığında bu, yerini yadırgama da değil, evin haline getirdiğin yere yeni gelenlerin seni yadırgaması, bir öfke doğuruyor. Kentsel dönüşüm zaten mesele edindiğim bir konu. Mutenalaştırma… Buralar çok kıymetlenecek sözleri… Bu şu demek oluyor genelde; buradan siz gideceksiniz, sizden kıymetli gördüklerimiz, sizden zengini gelecek. E zaten buraya da zamanında dedelerimiz yahut biz, ya Marshall yardımından sonra tarlada ekmek kalmadığından ya zorunlu göçle gelmişiz… Erkin Koray’ın bir şarkı sözü var: “Altın dişin yok ki seni gömüp çıkarsınlar.” Taşı toprağı altın İstanbul’a bir umut gelmiş insanları, altın dişleri olmadığından köklerinin oraya gömülmesine izin vermeden çıkarmak istiyorlar…

Bir de kamusal alan kullanımı çok önemsiyorum. Şehri evinin bir parçası gibi gören insanlara ayrı bir saygı duyuyorum. Mahallelerin halkının istemi dışında dönüştürülmesi haneye tecavüzün bir başka şekli. Çünkü o sokaklar bizim evimiz. Şehir, insan ve edebiyat birbirinden bağımsız şeyler değil. Mekana yapılan müdahale doğal olarak sanatta da tezahür ediyor.

"HAYATTA KALMA MÜCADELESİ, ÇOK YARATICI"

Öykülerinizde sınıfsal olarak niçin hep yoksul kesimleri anlatıyorsunuz?
Sınıf meselesi benim için çok önemli. Hayatta kalma mücadelesi, çok yaratıcı bir süreç. Zorda kalmış bir insanın, anı, günü kurtarmak için yaptığı bir manevra, refleksten ziyade zeka ışıltısı içeriyor. Hepyek’te de yaptığı bir küçük hamleyle günü kurtaran yahut karşısındakine şifa olan insanları anlattım. Hiçbirinin zenginlik gibi bir hayali yok, şef garson tarafından sürekli azarlanan kominin hayali garson olmak, restoran sahibi olmak değil. Hayata hükmetmek değil, hayatta kalmak ve saygı görmek istiyorlar. Yolda birlikte yürüdüğüm, sokağı ve hayatı paylaştığım insanları anlatmak çok önemli. Aslında beni sokağa çıkaran neyse masaya da oturtan o…

ÖNCEKİ HABER

RTÜK’te bayram öncesi personel kıyımı: Yaklaşık 60 personel görevlerinden alındı

SONRAKİ HABER

İsveç’te, öğle yemeğinde boğazına et takılan aşçının ölümü “iş kazası” sayıldı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...