28 Şubat 2016 00:51

Sonu bir türlü gelmeyen bir süreç olarak hukuk

Artvin Cerattepe’de altın madenciliğine karşı direnen Artvinlilerle görüştü Başbakan ve mahkeme sonuçlanıncaya kadar maden faaliyetinin durdurulacağı kararı çıktı. Başbakanın sözünün kıymeti yok ki zaten. Hukuki süreçler sadece ve sadece şirketler lehine neticelendiği zaman bitmiş kabul ediliyor, projelere muhalefet eden halk lehine sonuçlandığında ise yeniden başlıyor.

Paylaş

Sinan ERENSÜ

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun ilgili bakanların da katılımıyla Artvinliler ile yaptığı toplantı suratımızda kocaman bir gülümsemeye sebep olmasının hemen ardından, ağzımıza can sıkıcı kekremsi bir tat konduruverdi. Artvinlilerin kendi örgütleri, kendi liderleri, kendi sesleri ile Ankara’ya davet edilmesi, temsil ve meşruiyetlerinin tanınması yerel ekoloji hareketleri bakımından bir ilke tekabül ediyordu. Üstelik toplantıdan ilk sızan haberler de “Hukuki süreç bitene kadar şirketin faaliyetlerine ara vereceğini” müjdeliyordu.

Bu şüphesiz güzel bir gelişmeydi, böylece en azından fiili bir oldu-bittinin önüne geçilebilecekti. Ancak Artvinlilerin, “Maden öyle, o zaman şirket iş makinelerini Cerattepe’den indirsin, kolluk kuvvetleri şehrimizden çekilsin” talebi karşılık bulamamıştı. Ertesi gün, AKP parti yayın organlarında Artvinlileri karalama kampanyasının tam sürat devam ettiğine tanık olduk. 1990’lı yıllara geri dönüş “Alman vakıflarının gazladığı ajan çevreciler” tezi ile devam ediyor, iktidar medyası yalan söylerken dahi yaratıcı olamadığını bir kez daha kanıtlıyordu. Ertesi gün madenci şirketin Artvin’den çekilmek bir yana, hukuksuzluğa bir süre direnebilen Orman Bölge Müdürlüğü’nden nihayet yer tahsis izni aldığını ve dolayısıyla Cerattepe’deki yerini daha da sağlamlaştırdığını okuyorduk.

Başbakanlıktaki Artvin toplantısı bir PR çalışması mıydı, yoksa devletin bayıldığı iyi polis–kötü polis oyununun bir parçası mı, yahut Başbakanın sözü, bir dönemin takılmayan Yalova Kaymakamı hükmünde bile değil miydi? Gerçeğin bunlardan hangisi olduğunu bu noktada tam olarak bilmemiz mümkün değil. Ancak neyin ne olduğunu anlamamız için belki çok da gerekli de değil.

HALKA BAŞKA, ŞİRKETE BAŞKA HUKUK

Kırsal ekoloji mücadelelerini kente, kenti de kır ile dayanışmaya taşımayı görev edinen Karadeniz İsyandadır Platformu “Hukuku beklemek” başlıklı basın açıklamaları ile tam da bu garabete parmak basıyor, çevre davaların sürekli başa sardığı, mahkeme kararlarının uygulanmadığı örneklerin tek tek üzerinden geçiyor. Türkiye’de hukukun güvenilir bir liman olmadığı yeni bir bilgi değil. Ancak konu bir tarafında güçlü bir şirketin, diğer tarafında da halkın bulunduğu mekan temelli uyuşmazlıklar olunca bambaşka düzeyde bir absürtlükle karşı karşıya kalıyoruz. Çünkü hukuk, özellikle kent ve çevre ihtilaflarının konu edildiği davalarda, nihai bir sonuçtansa sonu gelmek bilmeyen bir sürece işaret ediyor. Dolayısıyla tutulsun veya tutulmasın Başbakanın sözünün kıymeti zaten yok. Keza, hukuki süreçler sadece ve sadece şirketler lehine neticelendiği zaman bitmiş kabul ediliyor, projelere muhalefet eden halk lehine sonuçlandığında ise yeniden başlıyor. Limit sonsuza giderken, defalarca başa saran hukuki süreçlerin, yeniden yeniden onaylanan ÇED raporlarının gölgesinde belirleyici neyin adil olduğu değil, kimin beklemeye daha fazla dayanabileceği oluyor. Biraz da bu yüzden sermaye yapısı güçlü olmayan şirketler erken pes ederken, lisanslar devlet ve iktidar gücüyle palazlanan inşaat şirketlerinde kalıyor.
Ankara’daki toplantıya katılan Yeşil Artvin Derneği ve genel olarak Artvin mücadelesi, hukuki süreçlerin şirketin dileği olana kadar sürdürüldüğü ve sürecin tamamlanmasını beklemenin ne anlama geldiğini çok iyi biliyorlar. Ancak, Artvin mücadelesinin – benzer bir çok yerel yaşam alanı mücadelesinde olduğu gibi – peşinden koştuğu var olan hukukun uygulanması kadar kendi hukukunu da yaratma çabası. Kazanılan davaları da, açılan yenilerini de, Artvin eylemlerini de, Ankara toplantısını da kurulmaya çalışılan bu yeni hukukun farklı yüzleri olarak görmek lazım.

Artvinliler kağıt üzerinde Cerattepe’nin korunmasını talep ediyor olabilirler. Taleplerini salt bir doğa koruma çabası olarak okumak isteyenler kaçınılmaz olarak Ankara toplantısını, referandum taleplerini, mahkeme salonlarında ÇED raporunun ayrıntılı bir şekilde irdelenişini taviz olarak görme eğilimine gireceklerdir. Ancak, yurdun dört yanında takip ettiğimiz ekoloji mücadeleleri gibi Artvin’in de talebi aslen bir kendi yaşam alanında söz sahibi olma talebidir. Bu bugün madense, yarın taş ocağı, öbür gün semt pazarı, ertesi hafta parka yapılacak bir AVM olacaktır. Cizre ile Gezi’yi, Hevsel ile Artvin’i bağlayan şey ekranlara yansıyan (ve yansıtılmayan) şiddettense bu özyönetim, yerel demokrasi (artık adına kim nasıl koyuyorsa) talebidir.
Elbette özyönetimin, yerel demokrasinin, demokratik özerkliğin tek başına ekolojik bir dönüşüm yaratacağına inanacak kadar saf değiliz. Ancak yaşam alanı savunusu ifadesinde cisim bulan yerel ekoloji mücadelelerinin doğa korumanın ötesinde hiç tahmin etmediğimiz imkanlar açabileceğinden, farklı coğrafyalar arası köprüler kurabileceğinden emin olabiliriz. Ancak bu imkanlar ve köprüler hukuki süreçlerin sonuçlarından değil o süreçler sırasında yapılabileceklerle var olacaktır. Bu arada yapılabilecek, örneğin, halkın ÇED raporu, gönüllü kamuoyu yoklamaları gibi küçük alternatif pratikler bile bekleme fiilinin pasif karakterini dönüştürmeye katkı sağlayabilir.

ÖNCEKİ HABER

Küçük ve yürümek

SONRAKİ HABER

‘Artvin’i yağmacılara teslim etmeyeceğiz’

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa