04 Temmuz 2010 00:00

HATiCE MERYEM: Anneler, ne olur kızlarınızla göbek bağınızı koparın!

Kadınları anlaşılmaz bulan erkeklerin sayısı hiç de az değil. Kadınların duygusal, erkeklerinse bu bahisten hiç nasiplenmemiş olduğu tezi bu anlaşılmazlığı açıklıyor pek çok insan için.

Paylaş

Kadınları anlaşılmaz bulan erkeklerin sayısı hiç de az değil. Kadınların duygusal, erkeklerinse bu bahisten hiç nasiplenmemiş olduğu tezi bu anlaşılmazlığı açıklıyor pek çok insan için. Her iki cins de bebek olarak doğarken, kadınlar ve erkekler şeklinde pozisyon almalarında toplumsal rollerin belirleyici olduğu bir sır değil. Hatice Meryem günümüz varoşuna gerçekçi bir bakış attığı İnsan Kısım Kısım, Yer Damar Damar romanında da Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun ya da Siftah adlı öykü kitaplarında da çeşitli kadın hallerini; ezilmişliği, yoksunluğu ama tutunmayı ve direnmeyi de keskin bir gerçekçilik ve güçlü mizahla aktarmıştı. Yani “kadın anlaşılmaz da hele bir sorun neden anlaşılmaz” diye soruyor ve cevaplıyordu adeta Meryem. Yeni çıkan hikaye kitabı Aklımdaki Yılan’da bu defa annelik hallerini anlatıyor. Annelerden kızlarına aktarılan miras, kadının “ayakta kalma” taktikleri ve her sınıftan annenin ortaklaşan dertleri… Öğrenilen bir şey olduğu söylenen kadınlık değişmez miydi, değişsin miydi, nasıl değişirdi?

Kadın erkeğe göre ‘daha hassas, daha duygusal’ tarif edilir… Sizin hikayelerinizde ise kadınlık durumlarının kadınların üzerine yapışmış roller olduğunu da görüyoruz…
Kadının duyarlılığı daha yüksek bir insan modeli olduğu algısı var evet, halbuki böyle değil. Maço erkekler gibi maço kadınlar da var. Yeryüzü cinsiyet olarak ikiye ya da üçe ayrılmışken, siz bir cinsi bu kadar belirgin sıfatlarla tanımlayabilir misiniz? Ben nedenlerden bahsediyorum tabii. Sonuçtan yola çıkarsak, evet günümüzdeki kadın modeli bu şekilde tarif edilebilir. Ama o tarifin yapılmasında, kadının o kalıba konulmaya çalışılmasının büyük etken olduğunu düşünüyorum. Bize on yaşlarından itibaren nasıl olmamız gerektiği öğretiliyor. Kadın olmak öğrenilen bir şey. Eğer isterse bir erkek de kadın olmayı öğrenebilir mesela. Kadın olmak bir rol; bunu ben söylemiyorum, iki yüz yıl önce Simone De Beauvoir söyledi zaten.
KADINLAR GERÇEKTEN ANLAŞILMAZ
Erkek olmak değil de kadın olmak neden bir öğreti konusu?
Benim iki oğlum var. Ben oğullarıma kızlarla nasıl iletişim kuracaklarını veya onların karşısında hangi kılıklara girmeleri gerektiğini filan anlatmadım. Genelde erkeklere bunlar anlatılmaz da zaten. İnsanlar büyürken kafa göz yara yara, yanlış yapa yapa doğruyu bulurlar ya da bulamazlar. Annesi babası kavga ederken birçok erkek çocuk saklanır, dinlemez, umursamaz. O yüzden bilmez. Erkekler “kadınları anlamak mümkün değil” derler ya, gerçekten kadınlar anlaşılamaz. Çünkü erkeklerle karşılaşmadan önce, bir kozanın içerisinde o kişiyle karşılaşacağı anın davranış biçimi hazırdır kafasında. Kızlar on-on iki yaşından itibaren bir erkekle nasıl konuşulur, evliliğe giden yol nedir, anne olmak nedir gibi yazılmamış binlerce sayfalık bir kitabı hatmediyorlar. Oradan paragrafları ezbere konuşabiliyorlar. Kızların evlenince kocalarıyla edecekleri kavgalar için hazır cümleleri var henüz evlenmemişken. Oturup yazmasını isteseniz olağanüstü hikayeler çıkar. Bunlar henüz açık yüreklilikle yazılmadı ama.

Erkeklerin bir günahı yok o zaman, hepsi kadınların suçu, öyle mi?
Erkek olağanüstü iyi bir yaratık olduğundan değil, hazırlıksız geliyor sadece. Hiçbir erkeğe babası o taktikleri öğretmiyor. Şimdi diyeceksiniz ki, “kardeşim bu erkekleri de aynı anneler büyütüyor”. Aynı kadın oğlunu büyütürken çok rahattır ama kızını büyütürken bu konuda içi acıyarak, biraz da ezilerek hayatta kalma bilgisi öğretmeye çalışır. O taktikleri öğretmek zorunda kızına. Çünkü öğretmezse kızının amiyane tabirle “kötü yola düşürülebileceğini, kullanılacağını” düşünüyor. Kadın evlendikten sonra ve yaşamının sonuna kadar bir hayatta kalma mücadelesi sergiliyor. Evlenene kadar kendisine öğretilen hayat bilgisiyle bütün ömrünü idame etmeye çalışıyor. Toplumsal algıdaki kadınlık doğal bir şey değil. Suni yaratılmış bir rol.

Peki sizce bu hayatı kolaylaştırıyor mu?
Aksine, çok zorlaştırıyor. Bir rahat bırakılsa, kendi doğal gelişimi içinde büyüse, her şey çok daha rahat ve güzel olacak. Ama mümkün değil. Bu sadece Türkiye’de değil, Amerika’da da, Londra’da da böyle. Bireyler üerinden çözülecek bir şey değil bu.
KADINLARIN ANNELERİNE ÖFKELERİ BİTMİYOR
Bir hikayenizde ‘bazı kadınların annelerine öfkesi hiç dinmez’ diyorsunuz. Neden annesine kızar kadın?
Dedik ya, anneler o bilgileri bilhassa kızlarına veriyor. Stratejiler, taktikler, hayatta kalma ayakları… Birçok kadın yaşı ilerledikçe “aynı anneme benziyorum ve çok üzülüyorum” diyor. Babalar ister gönüllü ister zorla göbek bağını hemen koparıyorlar oğullarıyla. Ama kadınların anneleriyle göbek bağları hiç kopmuyor. Kopmadığı için kızlar kendilerini sürekli bağımlı hissediyor annelerine. O yüzden bence kadınların annelerine olan öfkeleri bitmiyor.

Tek ‘rol’ kadınlık da değil… Bir sürü toplumsal rol var. Bunlarla yaşamak zorunda mı insan?
Kimisi anne, kimisi baba, kimisi sevgili rollerine bürünmüş dolaşıyor. Eğer onlardan -en azından ikili ilişkilerde- olabildiğince arınabilirsek, kurtulduk demektir. Üzerimize bindirilen kimliklerden; birinin annesi, karısı yahut kocası olmayı o kadar büyütüp, bunu yeryüzünün kaderini belirleyecek bir pozisyon olarak algılamayı bıraktıktan sonra birçok sorun kendiliğinden hallolur.

İki erkek arasında bir husumet olsa sonucu en çok kavga etmek olur. Ama iki kadın arasındaki husumet çok şaşaalı bir şey oluyor. Nedendir?
Erkekler arasında doğala yakın bir şey var. Sokaktaki çocuklar gibi, yahut iki kedi gibi, köpek gibi. “Birazdan ben onun ağzını burnunu kıracağım” doğallığı içerisinde. En fazla bu olabilir, bunu biliyor. Oysa kadınlar böyle değil. Kadın, diğer bir kadınla kavga ettiği zaman gidip ona kolayına bir tokat atmaz. Daha sözel şiddete yakın, birbirlerini kelimelerin, cümlelerin içerisinde eritmeye ve yok etmeye yönelik taktikler geliştiriyorlar. Direkt olamadıkları için, bir rolü oynadıkları için o rolün gerektirdiği kadar davranabiliyorlar.

Bir yerde direnen kadının kızı olmanın zorluğundan bahsediyorsunuz… Hangisi daha faydalı; annenin kızına ezilmişliğini miras bırakması mı, yoksa direngenliğini miras bırakması mı?
Tabii ki ezilmişliğin miras bırakılmasından yana değilim ama kadının bunun aksi bir söylemi oluşturabilmesi çok güç. Bunun için gerçekten ciddi bir birikim düzeyine ulaşmış olması gerekiyor. Erkek çocuk sahibi olan annelerin rahatlığı nereden kaynaklanıyor? Böyle bir mirası devretmek zorunda olmamalarından. Bu mirası alan kadın iktidar dediğimiz, erkek dediğimiz mefhuma bir adım yaklaşmış oluyor. Bununla beraber bir mevki de kazanıyor aslında. Dolayısıyla öyle bir mirasın bırakılmasını tabii ki ben istemem. Ama bir taraftan da öyle bir miras almayan kızların başına neler geldiği de çok açık. Denize atladığınız zaman yüzme biliyor olmanız sizin için avantajdır. Anneler kızlarına bu dünyanın kurallarını bilerek, onu öğütlüyorlar. Ama bunu öğütlemeyen annelerin kızlarının işi gerçekten daha zor. Çünkü onlar bir anlamda bu toplumun kaybedenleri, parçalananları, ölenleri, öldürülenleri olabiliyorlar.
Bu mirastan topyekün kurtulmalı o zaman…
Bir sürü kadın, bir erkekle birlikte olduğu zaman “şimdi kendimi tam hissediyorum” der; hep bir yarım kalmışlık hisleriyle dolanıyor birçoğu. Türkiye’nin sayılı ressamlarından, akademide saygın bir hoca, çok sevdiğim Neşe Erduk, bir söyleşisinde “annem ressam olmamı hiç istemedi, hiçbir zaman onaylamadı. Son resmimi annem beni affetsin diye yaptım” diyor. Bu bana çok travmatik ve yıpratıcı geliyor. Anneyle o bağın ölene kadar sürüyor olması o kadar sakat ki, bunu kopartmak gerekiyor. Hasbelkader iki hikaye yazıyorsak, bir cümlemiz varsa, belki bugünün anneleri için “o bağı bir an önce kızlarınızla kopartın, şu mirası bırakmamaya çalışın ne olur” cümlesidir.

İNSAN KENDİ İNŞA ETTİĞİ KİMLİKLE ÖVÜNMELİ
‘Beş keçi verdik Kürtlükten çıktık’ diyor bir öykünüzdeki babaanne. Ne demek bu?
Benim babaannemin söylediği laf o. Babaannem Kürt. Doğuda farklı yaşanıyordur muhakkak, ama batıda büyük şehirde insanların on beş yirmi sene önce çok kolay söyleyebildiği şeyler değildi Kürt oldukları. Benim çok da abartmamız gerektiğini düşündüğüm bu kimlikler Alevilik, Kürtlük, Çerkezlik her neyse… Küçümsenen, bir kötü iftiralarla anılan bir güruhun mensubusun, kolaylıkla söyleyemiyorsun. Hayatta en güvendiğiniz anne ya da babanız tarafından size tembihlenen bir şey bu: “İlk sohbette Kürt ya da Alevi olduğunu söyleme.” Bu çok ciddi bir travma. Babaannemden hiç Kürtçe bir kelime duymadık, oysa çok isterdim.

‘Kimlikleri abartmamamız gerekiyor’ derken…
İnsanların böyle bir talebi varsa ve kendisinin Kürt olarak tanınmasını istiyorsa -ki her ulusun böyle bir hakkı var- kabul etmek zorundasın. Beş keçi vererek onu Kürtlükten vazgeçiremezsin. Ama ben onun bir adım ötesini söylüyorum. Müslümansın, Hristiyansın, Kürtsün, Türksün, bunlar senin seçtiğin, senin tercih ettiğin, yarattığın kimlikler değil. Bunlar hazır kimlikler. Doğduğun anda sen bunlara hazırdın. Aptalca değil mi milliyetçilik? Bir kavmin şanlı tarihiyle niye övünüyorsun ki? Sen ne yaptın şu hayatta? Kime ne kadar iyiliğin, hayrın dokundu? Temelli önemsemeyelim de demiyorum. Ama kimliklerin öncelik sırasında insan kendi inşa ettiği kimlikle övünmeli veya dövünmeli.

DİZİLERDE BİLE KİMSE YOKSULLUK GÖRMEK İSTEMİYOR
İlk öykü kitabınız Siftah’ın arka kapağında, sizin ‘büyük zamanlar’ın değil ‘özel zamanların’ yazarı olduğunuz söyleniyordu… Ne demek özel zamanların yazarı olmak?
Akıp giden büyük bir zaman var; saatlerle, takvimlerle belirlenmiş, sizden çok çok önce adı konmuş, dilimlere bölünmüş... Bir de sizin o büyük zamana eklemlemeye çalıştığınız, kendi yaşadığınız özel zaman dilimleri var. Ben birçok yazar gibi kendimi küçük zamanların anlatıcısı olarak niteliyorum. Nietzsche’nin lafıydı “en büyük devrimler güvercin ayağı sessizliğiyle gelenlerdir”. O küçük ayrıntılar büyük şeylere sebep olur. Bence has edebiyatçılar, hikayeciler; “dur ben evrensel bir konu hakkında; savaş, barış, iyilik, kötülük, özgürlük... tür konular üzerine bir kitap yazayım” diye yola çıkmaz. Onlar öylece bir yerde otururken gözüne çarpan ufacık şeylerden yola çıkarlar. O yüzden ben kutsuyorum o küçük hadiseleri, küçük olayları, küçük insanları...

Kahramanlarınız genelde yoksul insanlar. Yoksulluğu, varoşları konu edinmek enteresan bir şey gibi algılanıyor memlekette artık. Yoksulluk azaldı mı ki, yoksullar yok bugünün edebiyatında?..
Bugün de açlık, sefalet, yoksulluk aynı tempoda, yine insanlar aç, yine sigortasız çalıştırılıyor. Yine çocuklar bu yağmurda ayağı çıplak okula gidiyor. Sadece sizin dikkatinizi nereye yönlendirdiğinizle alakalı bir şey. Daha mistik, mesela yoga, kuantum fiziği gibi şeylerle ilgilenmek revaçta şimdilerde... Daha reel ve ucu kendine dokunacak şeylerle ilgilenmekten imtina ediyorlar. Bunu sadece yazarlar için söylemiyorum. Okurlar, politikacılar da böyle. Televizyon dizilerinde mesela, yoksulluk görmek istemediklerini düşünüyorum. Dünyanın tarihi bir tarafa, ben kendi tarihimi bildiğim için en azından, benim tarihimde yoksullar var. Yoksulluğun ne olduğunu da çok yaşamadım, onu söyleyemem. Ama orta sınıftan memur çocuğu bir insanım, yoksullarla birlikte yaşadım. Kışın kömür bulamadıkları için odaları ısınmayan, çocukları hasta olduğu için doktora götüremeyen insanlarla tanıştım. İstanbul doğumluyum ama annem babam Sivaslı. Esenler Dudullu’da akrabalarım yaşıyor, giderim. Neredeyseniz, ne yiyip ne içiyorsanız, kimlerle arkadaşlık ediyorsanız, bunların hepsi sizin yazdığınız hikayeye, romana yansıyor.

Yazmak sadece yazmaya karar vermekle ilgili de değil herhalde… Sizce varoşları tanıyor mu ki pek çok yazar?
Bilmiyorlar galiba, çünkü bilseler bunu anlarız, hissederiz. Haberleri yok ve kendi kabuklarına sıkışmış birtakım pişmanlıklarla, sıkıntılarla, kendi kişisel tarihleriyle dünya tarihi arasında bir dargınlık ve husumet oluşturmuş şekilde kabuklarına kapalı yaşıyorlar gibi geliyor bana.
Devrim Büyükacaroğlu
ÖNCEKİ HABER

Camdan evde oturanlar başkasının evine taş atmasınlar

SONRAKİ HABER

‘Seni metres yapıcam!’

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...