23 Ocak 2011 00:00

HÜSNÜ ARKAN: Artık çoşkuya ihtiyaç var


Son yirmi yılda, üniversite sıralarından geçip de Hüsnü Arkan’la ya da düne kadar parçası olduğu Ezginin Günlüğü’yle karşılaşmayan birinin olduğunu sanmam. Mp3’ünüzde yer alan şarkıları, hangi yıllarda üniversite okuduğunuzu ele verir hatta. Mezun olduktan sonra hem yeni üretimlerini takip etmeniz güçleşir hem de Ezginin; hesapsız, kitapsız, incelikli aşk günlüğünü; evli, çocuklu ve mesaili yaşamınızla örtüştüremeyebilirsiniz artık. Eski şarkıları dinler eskileri yad edersiniz.
Hüsnü Arkan artık “solo” bir müzisyen, yeni albümünün adı da öyle diyor: ‘Solo’. ‘91 yılında yaptığı ‘Bir Yalnızlık Ezgisi’ adlı albümü de bilenler bilir, efsaneydi. Hâlâ şaşırabilecek birileri kaldıysa bu fırsatı kaçırmamalıyım; Grup Yorum’un Haziranda Ölmek Zor’u da bir Hüsnü Arkan bestesidir ve bahsettiğim albümde yer almıştır.
Türkiye’nin en iyi söz yazarlarından biri olan Hüsnü Arkan‚ ‘Solo’sunda Orhan Veli, Nâzım Hikmet, Can Yücel, Ümit Yaşar’dan birer şiiri şarkı yapmış. Gerisi kendi sözleri, hepsi ise kendi bestesi. Albümün iki büyük süprizi var; biri Adile Naşit için yaptığı şarkı, diğeri ise Birsen Tezer…
‘Gemi’, ‘Kül vakti’, ‘İlk Aşk’ gibi hüznün sularında seyreden şarkıların babası Hüsnü Arkan, bu albümde hüznü bir kenarı atmış demeyeyim ama coşkuya ve umudu daha çok yer açmış.

‘Bir Yalnızlık Ezgisi’, sonra Ezginin Günlüğü… Ezginin Günlüğü de bir hayli yalnızlık temalı bir gruptur. Şimdi de ‘Solo’ var. Yalnızlık neden bu kadar önemli bir tema olagelmiştir Hüsnü Arkan’ın günlüğünde?
Sürünün dışında kaldıysan bir yalnızlığın oluyor. Ama bu yalnızlık tek başınalık anlamına gelmiyor. Birileriyle yalnız kalıyorsun... Geçen gün Galatasaray stadının açılışında olay oldu mesela… Orda yalnız 300 adam var ve bütün stadı çınlatmışlar. Sürünün gittiği yerden gitmiyor bu adamlar. Kaç kişilerse ve ne yapıyorlarsa… Yalnızlığı paylaşan insanlar oluyor. “Yalnızlık paylaşılmaz” diyor gerçi Özdemir Asaf ama paylaşılır da, çünkü bir yığın yalnız insanın ortak yanları var.
Yalnızlık düşüncesi başka bir şey, yalnız insan olmak başka bir şey… Tabii albümlere denk gelmesi tesadüf. ‘Bir Yalnızlık Ezgisi’, Muzaffer Erdost’un İlhan Erdost’a yazdığı şiirin adıydı. ‘Solo’da solo olduğu için ‘Solo’ oldu yani... (gülüyor) Öyle özel bir yalnız kalma isteğim yok. Ki kişisel hayatımda da yalnız biri değilim.
Sürüye karşı bir tayfa olarak karşı durma hali de var değil mi kuşağınızda?
Sürüye karşı değil de, benimki gibi bir düşünceyi sürdüren insan sayısı az değil Türkiye’de. Bir yığın adam var. Ana akımın dışındayız ama karşısında değiliz, yani herhangi bir şeyin karşısında değiliz müzikal olarak da, müzik piyasası açısından da… Bir köşemiz var ve o köşede duruyoruz…

Sürüden ayrı, başka bir köşede ama karşı da değil…
Elbette bir şeylere karşıyız da, ben karşılığımı farklı bir biçimde ifade ederim. Popüler müziğe karşı olamam mesela. Sevmem de, dinlemem de... Aslında popüler müziğin içeriği de değişiyor, ‘70’lerde bu değildi popüler müzik. O zaman ana çizgi başka bir hattı; Timur Selçuk vardı, MFÖ vardı, Fikret Kızılok vardı. O zaman sürüden ayrı kalanlar arabesk falandı. Döneme göre farklılaşıyor bu durum. O yüzden karşı olmak, karşı olmamak da çok önemli değil. Muhalefet edilecekse hükümete muhalefet edilir. Kalkıp popçulara falan muhalefet edecek halimiz yok. Düzgün bir şekilde ayakta durmaya çalışıyoruz. Kendimi ifade etmeye, düşüncelerimi anlatmaya çalışıyorum. Benim inandığım şeyler de o kadar uçuk değil. Herkesin anlayabileceği, inanabileceği şeyler. Aynı kitabı okumak gibi bir şey bu... Okuyorum, etkileniyorum ve sana da anlatıyorum. Sen de anlarsın herhalde diye düşünüyor, paylaşıyorum.
‘80’DE BİR YOL
BULMAK GEREKTİ
Sizin ve eski grubunuz Ezginin Günlüğü’nün hatta Yeni Türkü’nün doğmasında ve mevcut özelliklerini kazanmalarında ‘80 darbesinin nasıl bir katkısı oldu?
Bir baskı ortamı vardı sonuçta ve eleştirmek, muhalefet etmek suçtu, içeri atıyorlardı. Bir yol bulmak gerekiyordu. Bu yolun da bir alt yapısı vardı aslında. Timur Selçuk vardı, Fikret Kızılok, Bülent Ortaçgil vardı. Yeni Türkü gibi bir takım gruplar zaten ‘80 öncesinde kuruldu. Daha çok bireye, bireyin acılarına yönelik… Ama bu acılar içinde siyasal acılar da var ‘80’li yıllarda. Şimdi biraz geriye gittim bu albümde. ‘80’li yılların sonunda yapılmış üç dört şarkı var.

‘Solo’da ‘80’in izi yok gibi geldi bana. Bir sayfayı kapatmışsınız gibi… Albümün umutlu ve coşkulu bir anlatımı olmasını ben öyle yorumladım.
Artık umuda, coşkuya ihtiyaç var gibi geliyor bana. Çünkü iş günü artık 8 saat değil, 10 saat, 12 saat. Banka sektörüne git, tekstil sektörüne git, her yerde böyle. Bunun değişmesi lazım. Yalnızca bunun için insanlar 150 yıl mücadele etti Avrupa’da. Şimdi ne oldu bu mücadele? Niye razı insanlar her şeye? Gelirken gördüm, Ziraat Bankası’nın önünde 40 metre kuyruk var. Büyük ihtimalle emekli kuyruğu... Niye yalnızca Ziraat Bankası, niye talep etmiyor insanlar, niye diğer bankalardan alamıyorlar paralarını?

İlla o kuyruğa girilecek yani…
‘80’in darbesi bu aslında. İnsanlara vurduğu darbe, sendikalara vurduğu darbe. Şimdi emekli sendikaları ciddi bir örgütlendirme yapmış olsa ki var emekli sendikaları... Haklarını arayabiliyor durumda olsalar, polis baskısı olmasa, bir yığın sendika ayağa kalkacak, bir şeyler yapmaya çalışacak. Gördük işte Ankara’daki TEKEL direnişini, bunların olması gerekiyor. Bunun için de biraz çaba lazım.

Bu tablo mu ‘Daha umutlu ve coşkulu bir şeyler yapmak gerekir’ dedirtti size?
Yapmak gerekir biçiminde değil de benim içinde bulunduğum ruh hali bu.

‘Dipdiri o sol yanım’ı bu ruh hali mi söyletti…
Çok eski bir şarkı o… 10 yılı aşmıştır herhalde yapalı. Şimdi koymak istedim bu albüme.

Bu albümde bir yandan Şair Hüsnü Arkan var, bir yandan da Orhan Veli, Nâzım Hikmet, Can Yücel, Ümit Yaşar gibi ustalar var. Hiç yakın dönemden yeni şairler, iç dünyanıza, edebiyat dünyanıza dokunmuyorlar mı?
Sevdiğim şairler çok yok artık. Hem de 10 yıldır gereği gibi izleyemiyorum Türk şiirini. Ben şair değilim. Bir şiir kitabım var ama şair olmak başka bir şey. Şiirle yatıp kalkacaksın, izleyeceksin dünya şiirini. Türk şiirinde neler olup bitiyor… ki önemli bir şiir Türk şiiri. İsim vermek gerekirse aklıma ilk gelen isim Küçük İskender, bu son 10-15 yılda okuduğum, sevdiğim, beğendiğim şairlerden. Onun öncesinde Ahmet Erhan vardır. Son, genç şair (gülüyor). O kadar…
İNSANLARA SADECE
CENNET VADEDİLİYOR
‘Ayar’ı çok beğendim. İstanbul’dan kaçarken kalmaya karar verme meselesini…
Ne kadar kaçarsan kaç kaçamıyorsun zaten sonuçta. Burada yaşamaya mecbur olduğumuz için yaşıyoruz. Bıraksan, herkesin cebinde para olsa kimse kalmaz İstanbul’da.

İstanbul giderek soylulaştırılan bir kent. Tarlabaşı, Sulukule’den insanlar sürüldü. Yoksullar istenmiyor artık İstanbul’da. Sanki siz de ‘Ayar’da “Kaçmayın, direnin, bu kent sizin” diyorsunuz…
Milyonlarca insan buraya ekmek peşinde gelmiş, yerleşmişler. 16. yüzyılda da bir saray var ve onun dışında kalan bir İstanbul alemi var. Her zaman olan bir şey bu. Çağlardır böyle yaşamış insanlar. İnsanlar kendi memleketlerinde ekmeklerini bulsalar daha arzu edilir bir şeydi. Fakat bunu, Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri organize edemedi, altından kalkamadı. Şimdi bir tür bunu giderme projesi ortaya koymaya çalışıyorlar ama ben samimi olduklarını da sanmıyorum bu konuda.

Buradan sürmeye çalışıyorlar ama daha güzel bir yer vadettiklerini sanmıyorum.
Onlara vadedilen bir tek cennet var işte, o kadar…
ŞARKI YAPMAKLA OLMUYOR
ÖRGÜTLENMEK LAZIM
‘Uyku’ isimli kitabınızda şöyle bir şey demişsiniz.”İyi bir hikayenin kahramanı başına buyruk olmalı, kalemi tutanın biçtiği role asla sadık kalmamalı…”
Hepimizi içinde bulunduğumuz koşullar belirliyor. 20’ler İstanbul’unda yaşıyor olsaydık farklı insanlar olacaktık. Ya da 16. yüzyılda yaşasaydık bambaşka insanlar olacaktık. Farklı eğitimler alıyoruz, ki eğitim sistemleri 100 yılda, 200 yılda çok değişti. Bizi 19. yüzyıl insanından farklı kılan şu; o dönemin insanı sokaktaydı. Avrupa’yı ele alırsak mesela. İş günü için, ücreti için mücadele ediyordu. ‘70’li yıllarda da buna benzer bir şey vardı Türkiye’de. İnsanlar mücadele ediyorlardı, kendileri için, kendi hakları için… Şimdi o iş bitti ve bunu tekrar açmak lazım gibime geliyor. Bunun yolu da tabii öyle bireysel, kültürel şeylerden, müzik yapmaktan falan geçmiyor. Bunun yolu sendikalardan geçiyor. Memur örgütlerinden, mesleki örgütlerden, yani insanların örgütlenmesinden geçiyor. Yoksa şarkı yazmakla bu iş olmuyor, onu biliyorum. (gülüyor)

Şarkı yazmakla olmaz ama şarkı yazmadan da herhalde…
Eh işte işin bir yanını yapıyoruz. Kendi yapabildiğim işi yapıyorum ben. Onun dışında da kalkıp bir sendikacılık ya da bir dernek yöneticiliği yapamam, beceremem.


ÜNİVERSİTELİLER ABUK SUBUK
MÜZİK YAPANLARI DİNLEMEZ
Hiç üniversiteye uğramamış birinin sizin müziğinizle karşılaşması bir hayli güç. Neden hep üniversiteliye çok iyi gelen bir müzik oldu müziğiniz?
Yalnızca ben değil de; Ezginin Günlüğü, Yeni Türkü, Moğollar, Bülent Ortaçgil, Nejat Yavaşoğulları, Feridun Düzağaç… Böyle bir ekip var. Bu adamların ayırt edici ortak özellikleri kitap okumaları gibi geliyor bana. Aşağı yukarı aynı kitapları okumak gibi bir şey. Üniversiteli adam ne yapar; konsere, sinemaya, tiyatroya gider, kitap okur. Okumakla izlemekle kalmaz bunları konuşur, tartışır, etkilenir, birbirini etkiler… Üniversite bitince insanların hayatları tamamen değişiyor. Çoluk çocuk sahibi oluyor, işi oluyor. Günde 10 saat çalışıyor, 4 saat de trafikte geçiriyor. Tiyatroya gitmiyor, sinemaya gitmiyor, kitap okuyamıyor. Böyle olunca en hareketli kesim, düşünce olarak en aktif kesim üniversite gençliği. Bütün dünyada da önemli başkaldırılarda üniversite gençliği var. Ekim Devrimi’nde, ‘68 olaylarında. Bunların da izlediği adamlar abuk sabuk işler yapan, çok popüler adamlar olmuyor. Kendine daha yakın bulduğu, aynı kitapları okuyan adamların yaptığı işleri dinliyor ya da izliyor.


NE ÇIKARSA
MAHALLELİDEN
ÇIKAR
Albümün en büyük sürprizi Adile Naşit’li şarkı. Neden yeri dolmaz Adile Naşit’in?
Adile Naşit’le bir bağım yok aslında. Sonradan oluşan bir bağ var. Adile Naşit masalları okuduğu zaman artık çocuk değildik. Çocuklukta ‘Hababam Sınıfı’ hastasıydım. Kitabı, yüz kere okumuşumdur, öyle bir takıntım vardı. Daha sonra da filmlerini izledikçe Adile Naşit’i bir figür olarak Türkiye’deki beyaz cam yaşamından, sinema yaşamından çekip çıkardığımızda ne olur diye düşündüm… Metin Akpınar, Zeki Alasya’yı… Kimsenin bir şey diyemediği zamanlarda, ‘80’li yıllarda, çok büyük eleştiriler yaptılar sahnede. Böyle küçük küçük işlediler, toplumda bir şeylerin ayakta kalmasını sağladılar. Mahalleli düşüncesinin ayakta kalmasını sağladılar. Çünkü ne çıkarsa mahalleliden çıktı. İzmir’de Tariş direnişi de o mahalleliden çıktı, Fatsa da o mahalleli denen şeyden çıktı, Tutunulabilir figürler bunlar aslında. Hırsızlık yapmıyor ve bununla övünmeden yaşıyor. Şen şakrak da olabiliyor. Öte yandan sekteye uğrayan bir hayat var. Sürekli evleri yıkılır, bilmem ne olur... Böyle bir hikaye anlatıyor sana adam. Bu hikaye de bana çok ters gelmiyor. Biraz popüler bir hikaye ama çok yanlış bir hikaye değil.

Bir başka sürpriz de Birsen Tezer…
Birsen Tezer’in şarkı söylemiş olması çok önemli. Albümün bence en iyi işlerinden biri o oldu. Birsen’in söylediği ‘Hoş geldin’ şarkısında Bülent Ortaçgil çaldı gitarları. Gürol Ağırbaş düzenlemeleri yaptı. Daha değişik bir şey oldu. Yeni tanıştık biz Birsen Tezer’le. Şimdi birlikte konserler yapıyoruz. 27’sinde konuk olarak katılıyor konsere, 4-5 şarkı söyleyecek. Kendi şarkılarından da söyleyecek. Burhan ve Gökhan Şeşen de albüme büyük katkı sundular. Gökhan bir şarkıda buzuki çaldı. Burhan hâlâ koşturuyor benim için, Ezginin Günlüğü’nün 25. yıl etkinliğinde de sağ olsun çok uğraşmıştı.
Devrim Büyükacaroğlu

Evrensel'i Takip Et