5 Mayıs 2025

Sıradanlığın hışmında fay hatlarını onarmak: Güle güle barış düşçüsü

Barış, demokrasi, adalet yolunda dev bir ustayı yitirdik: Yaşamın kintsugi ustasıydı Sırrı Süreyya Önder; kırılan yerleri inkar etmedi, ‘altınla’ birleştirdi. Barışın çatlaklarında, halkların incinmiş yerlerinde konuştu. Kırılmayı değil, onarılmayı öğretti. Ve gitti, ardında onulmaz değil, onarılası bir ülke bırakarak.

Kintsugi, Japonca “altınla birleştirme” anlamına gelen bir sanat ve felsefedir. Bu sanat, kırık seramik ve çömlek parçalarını altın, gümüş veya platinle birleştirerek tamir etmeyi içerir. 

Çocukluğumdan aklımda kalan ilk karelerden biridir. 3-4 Yaşlarındayım, komşu kız çocuğu ve kardeşimle oynuyoruz. Bir anda oyun arkadaşım kardeşime ‘Sen git, senle oynamam, sen Kürt’sün’ demiş oldu. Çocuktan almıştım haberi: ‘Kürt’müşüz’. Kız kardeşim ‘Ama o benim kardeşim, o zaman o da Kürt’ dediğinde hayır ‘o Kürt değil, benim sevgilim’ diyivermişti. İlk o an öğrendim her şeye rağmen bir çatlaktan çıkış olabileceğini. Aşkın, koşulsuz sevginin bir çocukta erişkinlerin bulaştırdığı ırkçılığın panzehri olabileceğini, ırkçılıkta çatlaklar yaratabileceğini. Hiç itiraz etmedim kardeşimin gidişine. O suskunluk hem geçmişin ağırlığı hem de geleceğin korkusunun erken tezahürüydü.

Bir çocuk nereden bilsin çatlaklardan sızan insanlık hallerinin Bell Hooks’un “radikal sevgi” anlayışıyla örtüşeceğini. Ama yine de sezer bu davranışların, “Hegemonik ayrımcılığa karşı bireysel düzlemde üretilen en yalın ama en güçlü direniş biçimlerinden” olduğunu. Sırrı Süreyya, işte bu direniş biçimlerini kolektif yaşamın ‘altın’ misali değerleri olarak belleten isimlerdendi.

Sonrasında uzun süre sokakta ya da okulda Kürtlüğüm hiç sınanmadı. Sanırım ilkokul üçüncü sınıftaydım. Mahallemize yeni bir çocuk geldi. Hiçbir çocuk oynamıyordu onunla: ‘piç’ demeyi fısıldayan komşu teyzelerden öğrenmişlerdi. Anne ölünce ablası evine almış. İşte o abla beni sıkıştırır ‘Kardeşimle sen oyna’ derdi.

Zaman geçti, ‘piç’ tanımı buharlaştı, çocuklar onu da aralarına aldı. Ama en çok ona hiç ‘piç’ demeyen beni severdi. Gün oldu, çocuklar en yakın arkadaşları ile kan kardeş olmaya karar verdi. O, benimle kan kardeş olmak istedi. Ben bulaşıcı hastalıkların farkında olan bir çocuktum. Diğer tüm çocuklar kan kardeş olmuş, sıra bize gelmiş, ben ayak diretiyordum. O sırada ablası sert bir tonla bağırdı balkondan: ‘Sen onunla kan kardeş olamazsın, o Kürt’. O mahcup olmuş, ben rahatlamıştım. Bir çocuk nereden bilsin ayrımcılığın hepatitten koruyacağını…

Çocuğun dünyasında ayrımcılıkla ilk karşılaşma anı, yalnızca kimlik farkındalığını değil, aynı zamanda adalet ve aidiyet duygularını da biçimlendirir: İzmir, benim yaşam laboratuvarım…

Yıllar geçti İzmir Tabip Odası başkanı oldum. Başkanlığı bıraktıktan sonra etnik kökenimi merkeze alan, beni hedef gösteren bir kampanya düzenlendi Tabip Odası web sayfasından ve hiç itiraz eden olmadı. Gerekçe İzmir Emek platformunun ortak basın açıklamasını okumamdı. Konu ise Dünya Barış Günü. Gel zaman git zaman İzmir Tabip Odasının geçmişten bugüne tüm eski başkanlarının fotoğrafları oda duvarına asıldı: Ben hariç.

Birkaç yıl bekledim hiç itiraz eden olmadı, bir kalabalık ortamda söyledim, sessizlik çöktü. Ayrımcılığın bir başka yönü de sessizliğin ortaklaştırıcı etkisidir. Judith Butler’ın ifadesiyle, “Etik sorumluluk, yalnızca eylemde değil, tanıklıkta da ortaya çıkar.”

Yıllar sürdü diğer oda başkanları yanında fotoğrafımın yer alması. Kurumsal ayrımcılık, çoğu zaman aktif dışlamadan çok, görünmezleştirme ve sessizlikle işler; İzmir Tabip Odası örneğinde olduğu gibi. Susan Sontag’ın fotoğrafın bellekteki yerine dair, “Bir kişinin fotoğrafla temsil edilmemesi, onun bellekte yok sayılması anlamına gelir” der. Söz konusu olan, yalnızca bir kişinin unutulması değil, onun temsil ettiği kimliğin ve mücadelenin de kurumsal hafızadan silinmesidir: Silinmek istenen barış düşü idi.

İzmir’in sokakları beni Kürtlükle sınadığında hiç ürkmemiştim: Taa ki yaş 60 iken 40 yıllık bir arkadaştan gelen otomatiğe alınmış seri tacizkar WhatsApp mesajlarına kadar: Türk Bayraklı Mehmet Akif Ersoy resimli olanından, yeni İran cumhurbaşkanının Türklüğü ile övünmesinin linkine, benim aidiyetlerime dair imalar ve ayrılış. Hiç cevap vermedim ve ilk kez korktum kötülüğün sıradanlığından. Dostluk, ‘ortak geçmişin değil, ortak anlamın’ meşruiyetiyle var olur. Kimi zaman bu anlam, bir sembolle; bir mesaj, bir ima ile parçalanır. Bu, klasik bildiğim bir nefret değildi: Hannah Arendt’in ‘banal kötülük’ kavramında tarif ettiği üzere, kötülük dostça başladı, sessizlikle bitti.

Gündelik hayatın bu anlarında ırkçılık, bir ideoloji değil, bir iç çekiş, bir bakış, bir eksiltme olarak işler. Irkçılık, yalnızca bağırarak değil, susarak da olur. Kimi zaman “Bir eski dostun eksik bıraktığı kelimede büyür.”

Bell Hooks’un “radikal sevgi” kavramı içimde yankı buldu: Sevmek, yalnızca duygusal değil, politik bir eylemdir. Bir dostluk, bir halk, bir kardeş ya da sevgili, ancak kimliğinden vazgeçmeden sevilirse gerçek olur. “Aksi halde sevgi, bağlılık değil, tahakkümün yumuşatılmış biçimidir.” İşte bir Türkmen olarak Sırrı Süreyya diğer halkları, ötekileri politik bir eylem olarak sevdi ve yaşamını barış çabalarına adadı. Giderken ardında tamamlanmamış bir şiir, film değil, onarılmaya açık bir ülke bıraktı. Biz, onu onararak anacağız: Sessizliklere karşı kelimeyle, kötülüğün sıradanlığına karşı düşle.  

O bir Türkmen, ‘Barış gelinceye kadar Kürt’üm’ diyen bir barış düşçüsü. İçimdeki sızıyı ancak İzmir Tabip Odası duvarındaki fotoğrafım yerine Sırrı Süreyya Önderin fotoğrafı Kingsui misali konursa onarılabilir. Güle güle güzel insan: ‘Barış gelinceye kadar ben  sen misali Türk’üm’, duy bizi…

Ben ona bir kintsugi ustası dedim. Japonların kırık çömlekleri altınla birleştirmesi misali, o da halkların kırık hikayelerini umutla birleştirdi. Ne eksikleri sakladı, ne kırıkları. Çünkü ‘Kırıldığımız yerden parlıyordu hakikat.’

Güle güle barış düşçüsü.  

Evrensel'i Takip Et