13 Nisan 2014 07:13

Önce kadınlar ve çocuklar

Önce kadınlar ve çocuklar

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Gemi batıyor, seyrediyorlar. Filikaları kimse yerinden oynatamıyor, girişeni suya itiveriyorlar. Sesler sonsuz bir renkte eriyip gidiyor. Buzdağları var, buz gibi. Şakalar var havada asılı kalmış; söyleyeni de söylenene güleni de susturuyorlar. Gülmek sıkıntılı bir eylem. Bir dalga boyu acı çekmekte sıkıntı yok, çeken zaten antrenmanlı, vız geliyor. Gemi batıyor. “Önce kadınlar ve çocuklar” diye bağıranların ağzına gerisingeri itiliyor sözcükler. Oysa kadınlar ve çocuklar, ölüyorlar. Gemiyi batıranların seyir defterinde, onlar onurlarıyla yaşasınlar diye gerçekçi ve samimi bir kayıt yok. O defterde kadınları ve çocukları şiddet yüklü erkekler ve onları yüreklendiren çirkin egemenlerden koruyamadık diye itiraflara da rastlanmıyor. Kadınlar birer ikişer toprağa giriyor. Çocuklar üçer beşer toprağa giriyor. Kabus sahneleriyle dolu bir filmin jeneriği gibi akan hayatlarımızda, başımıza gelebilecek en kötü şeyler geldi. Daha korkuncu, bunlara alışmak olabilir ancak.

İTAAT, FERAGAT, BİAT

Son 13 günün bilançosu mesela: 13 kadın öldürüldü. Kadınlar itaat, feragat ve biat etmedikleri için yaşamdan alındı, yerin dibine yollandı. Egemenlerin kendileri zaten duvar gibiydi de, karılarının da tüyleri ürpermedi hiç. Bir dakika, ben de kadınım demediler. Sadece yüzlerini görebildiğimiz için saçlarının dibi sızladı mı ondan da emin değiliz. Oysa biz hücrelerimize kadar ağrıyoruz. Ölü kadınların karşısında gotik bir heykele anlıyormuş gibi bakarcasına duranlara bir kova su dökelim diyoruz. Erkek şiddetinin aramızdan eksilttiği kadınların adlarını dilimizde döndürdükçe bu çembere yenileri katılıyor. Eksilme giderek artıyor. Yaşam işte böylesine bir çelişki halini alıyor. İnsan yaşadığı ülkeyi sevmek istiyor. Sevmeyi de geç; insan bir kadın olarak, kendi ülkesinde sadece yaşayabilmek istiyor.

EVE DÖNEMEYEN ÇOCUKLAR

Sonra, çocuklar… Onların hayaletleri rüyalarımızda salınıyor. Kimini mayının, kimini kurşunun, kimini bombanın aldığı çocuklar… Kimi havuzda boğuldu, kimi tecavüzden sonra kesildi, kimi traktörün altında kaldı, kiminin üzerine lavabo düştü, kimini babası boğdu, kimi kayboldu, kimi kaçırıldı… ve hiçbiri geri dönmedi.
Hepsinde de toplum ve onun kameraları gözünü annelere dikti.
Mezar başında feryat eden kadınların acısı çiftedir; evlat acısına mahalle baskısı eklenir: Sen, derler, koruyamadın çocuğu. Anneydin, yaşatmakla görevliydin, ama yapamadın. Kahrolasıdır bu ilkel ve ağrılı baskı. Kadınlardan beklenen, devletin, gücü yetiyorken yapmadıklarıdır. Bu baskı da gücünü buradan alır. O çocuklar o evlere geri dönemeyeceklerdir ve anneleri kendilerini ‘görev ihmaliyle’ suçlayarak bir ömür geçireceklerdir. Kalender olduklarından mı yoksa çaresizliklerinden mi, kurban çocuklarının faili olarak kendilerini görürler. Öğrenilmiş fedakarlık cehennemdir; kadınları leblebi gibi kavurur.
Ben her sabah, Haydar Ergülen’in dediği gibi, şapkama delikler açıp yağmuru buluncaya kadar yürüyorum. Yol boyunca kemiğine bıçaklar dayanmış kadınlar görüyorum ve onların ormanda ağaçsız kalmış çocuklarını. Ben her sabah, o şanlı gemiyi batıranlara nasıl olup da biat edilebildiğine şaşarak olup biteni anlamaya çalışıyorum. Anlayamadıkça kusuyorum. Kadınlara onur ve erdem diye öğretilen teslimiyetçiliğin toplum genelinde nasıl onursuz yığınlara dönüştüğünü gördükçe var oluşumdan utanıyorum. Yürüdüğüm yollarda beşinci sınıf kent mobilyaları ne kadar bayağı ise, buna eyvallah diyenler de o kadar düşük bir yerde mesela. Ağacı kesen, parkı betona gömen, hayvana eziyet eden, insana da ediyor bunları. Ben onların yaşamında soylu uğraşlar olsun istiyorum; örneğin şiirle, müzikle, mimariyle ilgilensinler diyorum. Biraz yukarı çıkmaya çabalasınlar artık, zira çok aşağıdalar.

AYAĞA KALK!

Ben her sabah, birilerinin öldürdüğü veya birileri yüzünden ölen kadınlar ve çocukların yasını fular gibi boynuma bağlıyorum. Bunların vebali kimin boynundaysa o görsün de utansın istiyorum ama öyle olmuyor. Ben artık milyonlarca yurttaşım gibi, doyduğum ülkeyi sevmekten çoktan vazgeçirilmiş biriyim ve ilkel, cahil, haysiyetsiz adamlar o toprakları tuttuğu sürece de sevmeyeceğim. Gönül ferahlığıyla küfür, o da kesmezse beddua edeceğim. İyi bir insanım, tutacağına inanıyorum!
Biz bir avuç iyi insan, öldürmeyi bilgisayar oyunu sanan birilerine rağmen yaşam hakkını savunmaya devam edeceğiz. Biz bir ağacı, bir çocuğu, bir kediyi, bir kitabı, bir sokağı, birçok eşsiz ânı sevgiyle büyüteceğiz. Biz ne zaman düşsek, birbirimize Bachmann’dan satırlar okuyarak iyileşeceğiz: “Ayağa kalk ve uzaklaş buradan. Kırılmış bir kemiğin filan yok.”

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...