09 Kasım 2014 04:23

Sınıf kültürü mü kültürlü sınıf mı?

İşçi sınıfının sanata, edebiyata, felsefeye ya da genel olarak entelektüel faaliyetlere ilgisi anlamında “kültürlü bir sınıf” olabilme olasılığı, sınıfın kendisine ait bir kültürel faaliyetler alanı yaratması anlamında önemli bir noktadır.

Paylaş

Mustafa Kemal COŞKUN*

İşçi sınıfının sanata, edebiyata, felsefeye ya da genel olarak entelektüel faaliyetlere ilgisi anlamında “kültürlü bir sınıf” olabilme olasılığı, sınıfın kendisine ait bir kültürel faaliyetler alanı yaratması anlamında önemli bir noktadır. Nitekim Marx Alman işçi sınıfını “en kültürlü sınıf” olarak tanımlarken hiç de abartmış değildir. Ancak kültür, sadece entelektüel ve imgesel çalışmalardan oluşan bir yığın değil, aynı zamanda ve temel olarak bütün bir yaşam biçimidir. Bu nedenle entelektüel ve imgesel çalışmalar burjuva ve işçi sınıfı arasındaki ayrımın temelini belirlemede ikincil önemdedir. Bu nedenle burjuva ve işçi sınıfı arasındaki ilk ayrım bütün bir yaşam biçiminde aranmalıdır, ancak bunu da giyim biçimine, boş zamanı kullanmaya vb. hapsetmemek gerekir. Çünkü yaşam biçimi dendiğinde asıl ve temel olarak toplumsal ilişkilerin doğasına ilişkin alternatif fikirler akla gelmelidir, tıpkı Raymond Williams’ın vurguladığı gibi.
Dolayısıyla burjuva sınıfı ile işçi sınıfını birbirinden ayıran bir takım alternatif fikirler olduğunu tespit edebiliriz. Zira Williams’ın vurguladığı gibi ‘burjuvazi’ önemli bir terimdir ve bu terim genellikle bireycilik denilen bir sosyal ilişki biçimini ifade eder. Yani her bireyin doğal bir hak olarak kendi kârının peşinde olmakta özgür olduğu bir nötr alan olarak toplum fikri. Bu ise işçi sınıfının toplumsal ilişki fikriyle tamamen bir zıtlık içerir. Çünkü işçi sınıfının toplum fikri, her bireyin bireysel gelişimini de içeren bütün gelişme biçimlerinin pozitif araçları olarak ortaya çıkar. Bu durumda gelişme ve çıkar, bireysel değil fakat ortak bir biçimde yorumlanır. Bu çerçeveden yola çıkarak işçi sınıfı kültürü ile ne anlatılmak istendiği açıklığa kavuşur: Bu kültür, bir proleter sanatı, dilin özel bir kullanımı ya da işçi konseyi değil, fakat daha çok temel bir kolektif fikir ve bundan türeyen niyetler, düşünce alışkanlıkları, davranışlar, tutumlar, kurumlar ve örflerdir. Bunun tam da tersine burjuva düşüncesi, bireyselci bir düşüncedir ve bu kültür bundan türeyen niyetler, düşünce alışkanlıkları, davranışlar, tutumlar, kurumlar ve örflere işaret eder. 
Dolayısıyla bir işçi sınıfı kültürü, dayanışmaya, paylaşıma ve ortak bir düşünce tarzına dayalı bir yaşam biçimi anlamına gelir ve bu kültür toplumun diğer alanlarıyla bağlantılı olarak gelişir. İşçi sınıfının kültürel başarısı demokratik sendikal kurumlar, kooperatifler ve politik partiler olmuştur. İşçi sınıfı bilinci hem bu kurumların yaratılmasını ve gelişmesini sağlamış, hem de bu kurumlar işçi sınıfı bilinci ve kültürünün bir ifadesi olmuştur. Bu anlamda sınıf kültürünü ifade etmenin yollarından biri, hem politik düzeydeki –örneğin sendikanın etkili olabilmesi için mücadele etmek gibi- hem de bu güç yapısına direnmeyi ya da eşitsizliğe uyum sağlamayı içeren gündelik düzeydeki pratiklerle meşgul olmaktır.

ADALET VE HAKKANİYET
Bu çerçevede bir işçi sınıfı kültürünün iki özelliğinden bahsetmek mümkün. Bunlardan birincisi, işçilerin adalet ve hakkaniyet arayışlarıdır. Zira sömürüyü doğrudan doğruya kendi yaşam pratikleri içinde kolektif olarak deneyimlemeleri, işçileri bir sınıf olarak diğer sınıflardan ayırır.
İşçi sınıfı kültürünün adalet ve hakkaniyet arayışından kaynaklanan ikinci özelliği dayanışmadır. Burada kast edilen dayanışma, aynı sınıf içerisinde yer almış olmaktan kaynaklanan bir dayanışmadır ki, bu, gerek gündelik hayatta kurumsallaşmamış biçimde, gerek grev gibi mücadelelerde ortaya çıkan direniş olarak, gerekse de üretim sürecinde ortaya çıkan biçimleriyle karşımıza çıkabilir. Bu üç dayanışma biçimi de birbiriyle içiçe geçmiştir. Yaşam alanlarında gündelik dilde ve folklorik ürünlerde, sendikalarda ve diğer örgütlenmelerde, grev türü direniş biçimlerinde ve işyerlerindeki ortak çalışma alanlarında işçiler arasındaki dayanışmanın türlü biçimlerine rastlamak mümkündür.
Ama asıl önemlisi işçi sınıfı içerisindeki dayanışma ilişkilerinin, himayeci değil fakat eşitlikçi biçimde gelişiyor olmasıdır. Bunun işçiler arasında örneklerini görmek için pek uzaklara gitmeye gerek yoktur. Zira bütün maden işçileri, öğlen aralarında evden getirdikleri yemeklerini bir arada, paylaşarak yerlerken, cadde boyunca dizilmiş irili ufaklı dükkanlardaki küçük esnaf, Ramazan ayları dışında bir araya gelip yemek yemeyecektir. Ermenek madenlerindeki iş cinayetinin işçiler madenin içinde bir arada yemek yerlerken gerçekleştiği hatırlanırsa bu örnek tam da yerli yerine oturur. Ya da işyerinde işçiler, iş yükünü hafifletme, patron ya da yönetici karşısında iş arkadaşını koruma gibi dayanışma örnekleri gösterebilirler. Çoğunlukla aynı mahallede yaşıyor olmaları, aynı ekonomik sorunları deneyimliyor olmaları, aynı kültürü paylaşıyor olmaları yaşam alanlarında da bir takım dayanışma ilişkileri geliştirmelerine izin verir. Gündelik hayatın kendisi ve çalışma yaşamı işçiler arasında bu türden informel dayanışma ilişkileri yaratır. Formel biçimiyle ise, sendikalar, partiler, yardımlaşma sandıkları vb. türden örgütlenmeler işçi sınıfının burjuvaziye karşı giriştiği mücadelede yaratılmış olan dayanışma örnekleridir. Bu biçimleriyle işçi sınıfı arasındaki dayanışma, diğer toplumsal grup ve sınıflardan farklı olarak eşitlikçi bir dayanışmadır. 19. Yüzyıl Avrupa’sında işçi sınıfı içerisindeki dayanışmayı Hobsbawm Devrim Çağı kitabında şöyle anlatır:
“Ondokuzuncu yüzyıl başlarının emek hareketinde yeni olan, sınıf bilinciyle sınıfsal emellerdi… Devamlı tetikte olmaya, örgütlenmeye ve bir hareketin eylemliliğine –sendikaya, yardımlaşmaya ya da işbirliği topluluğuna, işçi sınıfı enstitüsüne, gazeteye ya da ajitasyona- gerek vardı. Fakat toplumsal değişimin tam da onları yutan hızı, emekçileri baskıcılarınkine tamamen zıt olan kendi fikir ve deneyimlerine dayanarak, tamamen değişmiş olan bir toplumsal bağlama göre düşünmelerini gerektiriyordu. Emek hareketi yarışmacı değil, dayanışmacı, bireyci değil kolektivist olacaktı.”

KENDİ DENEYİMLERİYLE...
Türkiye’de ise gerek akademik gerekse popüler tartışmalarda genellikle Türkiye’de bir işçi sınıfı kültürünün olmadığı, hatta daha da ileri giden kimi yorumlar Türkiye’de bir işçi sınıfının varlığından bile bahsedilemeyeceği iddia edilir. Oysa tam da tersine, Türkiye işçi sınıfı sınıf bilinci ve kültürünün gelişmesi açısından önemli özelliklere sahip dönemler yaşamıştır. Zira bazı araştırmaların da gösterdiği gibi, Türkiye’de 1980 öncesinde fabrikalarda ve maden ocaklarında yaşanan bir takım özyönetim örnekleri vardır. 1968 yılında Alpagut maden ocağında yönetime el koyan maden işçileri tüm işçilerin katıldığı işçi genel kurulları oluşturmuş ve bu uygulama katılımcı karar alma süreçlerini uygulayan bir özyönetim örneği olmuştur. Aynı zamanda 1970’de Günterm Kazan Fabrikası’nda, 1977 yılında ise Aşkale maden ocağında benzer özyönetim deneyimleri yaşanmıştır. Kaldı ki, işyerlerinde işçiler tarafından pratiğe aktarılan özyönetim örnekleri sadece Türkiye’de değil, aynı zamanda Endonezya ve Cezayir gibi ülkelerde de görülmüştür. Daha da yakın zamanlarda, büyük Zonguldak madenci yürüyüşünde, Soma’da, Ermenek’te işçi sınıfı kültürüne örnek olarak gösterebileceğimiz dayanışma ilişkilerinin gelişme olanaklarının olduğu gözlenebilir. Sanıldığının aksine, Anadolu insanı ve işçi sınıfı, sınıf kültürüne özgü olduğunu belirleyebileceğimiz kimi nitelikleri kendi deneyimleriyle geliştirebilmektedir. 

* Ankara Üniversitesi DTCF, Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi

ÖNCEKİ HABER

Bana skandalını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim

SONRAKİ HABER

Mahmut Hoca, Uzun Usta’ya karşı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...