8 Kasım 2022 03:44

İçindekiler: Haybeden gerçeküstü Yılmaz Erdoğan

Hakan GÜNGÖR

Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödüllerinin kazananları açıklandı, ödül alanlardan biri de Yılmaz Erdoğan’dı. “Yılmaz Erdoğan bu ödüle neyle hak kazandı”nın cevabını arıyorum.

Erdoğan bu ödülü “Hüzünbaz Sevişmeler” kitabında anlattığı Türkçe bilmeyen Xem Teyze’nin, Kürtçe ağıtlarıyla Zümeyran Yenge’nin, 25 yaşında kendini iki kişilik hapishane hücresinde bulan İshak’ın, polis tarafından yakalanamayan Sevim Taşan’ın yerine “Senin adın Sevim Taşan” denilerek okka altına götürülen temizlikçi Hatice’nin yüzü suyu hürmetine almadı sanıyorum.

“Hijyenik Aşklar” kitabında anlattığı, “Ben sizin Selahattin’inizi öldürmüştüm, siz de benim Sinem’imi öldürdünüz” diyen trans bireyin hikayesi de onun için geride kaldı.

Uzatmak istemem, benim için mühim olan sonrası. Yani “suyunun suyu” evresi. Ki Yılmaz Erdoğan bir üründen “içerik çoklamayı” pek seviyor.

Bir örnek:

Yılmaz Erdoğan, bir dergide yayımladığı diyalogları 2005’te kitaplaştırdı. Kitabın adı, “Haybeden Gerçeküstü Konuşmalar”dı.

Sonra bu diyalogları temel alan bir tiyatro oyunu yazdı. 2007’de “Haybeden Gerçeküstü Aşk” adıyla sahneledi.

Hikaye burada da bitmedi. Bu kez aynı içerik, 2017’de “Tatlım Tatlım” adıyla film oldu!

Yılmaz Erdoğan sonra bir hamle daha yaptı.

Dergide yayımlayıp kitaplaştırdığı, ardından tiyatro oyunu haline getirdiği, derken film olan bu içeriğin sonradan senaryosu da kitaplaştı, “Tatlım Tatlım” adıyla.

Ekşi Elmalar’ı bir Vizontele efekti yaratmaya çalışmak için mi çekmişti, Güney Kore yapımı bir filmin senaryosunu uyarladığı “Kin” de bu suyunun suyu işlere dahil miydi kısmına girmiyorum.

Artık “Kayıp Kentin Yakışıklısı” kitabındaki gibi (Faili meçhul cinayete kurban giden amcasını yazmıştı) konulara da girmiyor. Taşradan büyük kente göçmüş bir adamın yaşadığı çatışmaları anlatırdı, şimdi böyle bir çatışması da kalmadı. Öyle ya da böyle memleket meselelerinden mizah çıkarırdı (Cebimde Kelimeler stand-up’ı böyleydi), şimdiki stand-up’ında set anıları anlatıyor.

Ödül hangi Yılmaz Erdoğan’a veriliyor sorusu beyhude, ama şu iki soru değil:

“Tüm bu yolculukta ‘haybeden gerçeküstü’ olan kim?​”

“Şimdi bu ödül kimin ‘tatlım tatlım’ı?​”


KİTAP OKURKEN SATIR ALTLARINI ÇİZERİM-ÇİZDİRTMEM TARTIŞMASI

Tuhaf bir tartışma olsa gerek; “tuğba 3.4” kullanıcı adlı bir okurun sevdiği bir kitabın satırlarının altını çizip Twitter’da paylaşması, sonra birinin “Kabaca çizilmiş bir mülkiyet vurgusu sizinkisi, parasını vermişsiniz ya sizin malınız artık, ne isterseniz yapabilirsiniz” diye yanıtlaması mini bir tartışma yarattı.

Kültür İstanbul hesabıyla ve Medyascope’taki Kültür Tarih Sohbetleri ile bilinen Cengiz Özdemir, “Ben de kitapların altını çizerim, kenarına resim yaparım, derkenar yazarım vs. Kitaba biblo muamelesi yapan zaten ondan bir şey alamaz” dedi. Yazar Ahmet Büke de konuya dahil oldu: “Kitap diye söze başlayınca Anadolu’da hâlâ kutsal kitabı anlar bir yaş üstü insan. Sanırım kitabın mülkiyeti olmaz, çizilmez gibi kutsiyet atfedici söylemler uzun dönemler boyunca kitap olarak sadece dini eserleri bilmekten de geliyor.”

Ben de kitapları onların canına okuyarak okuyanlardanım; altını çizer, kenarlarını kıvırır, post-it’ler, marjlarına notlar alırım. Sonra tekrar tam da o bilgiye, cümleye ihtiyaç duyduğumda onu kolaylıkla bulmamı, belki şimdi çoktan unuttuğum bir notumla tekrar karşılaşmamı sağlıyor. Bu işlevsellikten cayacağımı da sanmıyorum.

Ama başka yöntemler de var kuşkusuz, iz bile bırakmadan okuyanları anlamak mümkün.

Doğan Avcıoğlu Kütüphanesi (Fotoğraf: Odunpazarı Belediyesi)

“Yön”, “Devrim” dergilerini çıkaran, “Türkiye’nin Düzeni” Kitabının Yazarı Doğan Avcıoğlu’nun ölümüyle yarım kalan bir kitabını Gazeteci Doğan Yurdakul ile birlikte yayıma hazırlıyorduk. Avcıoğlu’nun arşivinde gördüğüm manzara şuydu: Avcıoğlu kitaplarına tek çizik atmıyordu. Alıntı kullanmayı fazlaca seven bir yazar olarak okuduğu kitaplardaki önemli bölümleri el yazısıyla başka defterlere yazıyordu. (İşin kötüsü el yazısı okunamayacak kadar kötüydü, zamanında asistanlığını yaptıklarından ve sürekli kelime sora sora öğrendiklerinden onun yazısını eksiksiz şekilde okuyabilen sadece Yurdakul ve Hasan Cemal vardı.)

Bir başka örnek Yalçın Küçük. Nevi şahsına münhasır profesörle Odatv davası sürecinde aynı koğuşta kalan bir arkadaşım, onun da kitaplarda yararlanacağı bölümleri kartlara yazdığını, böyle hazırlanmış sayısız kartı olduğunu söylemişti.

Çalışmalarından çıkardığı kimi sonuçlara itiraz etsek de çalışkanlığına itiraz edemeyeceğimiz Küçük şöyle diyordu: “Kartlar ile okuyorum, okumayı kısmen uzatsa da, kartları bırakmıyorum, 40 bin kadar A-5 büyüklüğünde kartım var, okuduklarımı kartlara ayırıyorum, yazmayı ve ‘kutu’ yapmayı kolaylaştırıyor. Benim için okumak kart çıkarmaktır ve ayrıca, hafızayı beşer unutkanlık ile maluldür, belleğe güvenmiyorum.”

Gazetemizin Kültür Editörü İsmail Afacan, Halil İnalcık’ın da bu tür bir fiş yöntemini kullandığını söylemişti. İnalcık’ın özel arşivini gören Afacan, “Kitaplardaki alıntıları bir fişe yazıyor, sonra kitap bilgilerini ekliyor ve artık o kitapla işi bitiyor, fişleri kullanıyormuş” diyordu.

E tamam, başkasının kitabı çizilmez, ama kendi kitaplarımızla olan ilişkimizi “mülkiyet” üzerinden tartışacaksak, “Kitaplarla ortak kaderimizi tayin hakkımız” üzerinden de tartışmak gerek sanıyorum.

Benim gibi çizenler için son bir not: Psikoterapist-Yazar Büşra Küçük Müze Gazhane’de “Altını Çizenler Kulübü” adlı bir etkinlik serisi düzenliyor. 11 Kasım Cuma saat 19.00’da bu kez yol teması konuşulacak ve katılımcılar kendi seçtikleri kitaplardan altını çizdikleri bölümleri okuyup üzerine sohbet edecek. Etkinlik ücretsiz, kayıt gerekiyor, detaylara Müze Gazhane’nin sitesinden erişebilirsiniz.


SAHİ, SEYİT ONBAŞI’YA SONRA NE OLDU?

Yeni e dergisinin ekim-kasım sayısında Ayhan Aydoğan’ın “Anlatılmayan Senin Hikâyendir” başlıklı yazısını okudunuz mu?

Yeni e ekim kasım sayısı

Aydoğan, iş cinayetlerini konu aldığı yazısında Çanakkale Savaşı’nda 250 kiloluk (276 ya da 214 olduğunu yazanlar da var) top güllesini sırtında taşımasıyla tanıdığımız Seyit Onbaşı’nın akıbetinden de bahsediyor.

Kaz Dağları’nda odunculuk yapan, Balıkesirli Seyit Ali (Çabuk), terhis olduktan sonra Çamlık köyüne döndü. Ama o döndüğünde artık tüm odunculuk işleri özel şirketlere verilmişti.

Aydoğan’dan okuyalım: “Sabahları şirketler işe başlamadan ormanın derinliklerine girer, şirketler işi durdurduktan sonra sırtında odunlarla ormandan ayrılır. Topladığı odunlarla odun kömürü yapıp pazarda satan savaş kahramanımız çoğu kez şirket görevlilerine yakalanır ve baltasına el koyulur. Ulaştığı devlet yetkilileri bir şey yapamazlar ve kahramanımız baltasını kaptırdığı zamanlarda tekrar balta alabilmek için bu sefer hamallık yapar.”

Odun kömürü nedeniyle yoğun karbonmonoksit solunumuna maruz kalan Seyit Onbaşı, 1939’da öldü.  “(Resmi tarih anlatısı) devletin, ‘kahramanım’ dediği insanı şirketlerin iyi hali için nasıl ölüme sürüklediğini anlatmaz” diyor Aydoğan.

Yazıdaki, Tosun Paşa filminden hatırladığımız Akil Öztuna ve Rock’çı Tony Iommi’nin hikayeleri de dikkate değer.

Yeni e özenli yazıları ve yeni tasarımıyla bundan sonra iki aylık periyotlarda okuyucuyla buluşacak. Ekim-kasım sayısına göz atmanızı öneririm.

Evrensel'i Takip Et