Taşradan evrensele açılan öyküler
Şahin Örgel, tüm bu çalışmalarını Çorum’da yürütüyor. Bunun tercih olmayıp zorunluluk olduğunu belirten Örgel, bu durumun bazen zehir, bazen de şans olduğunu dile getiriyor. İstanbul gibi bir sanat merkezine uzak olmasına rağmen tiyatro oyunları ve öyküleriyle isminden söz ettiriyor.
Bursa Kitap Fuarına yetiştirilen “Gidemeyen” isimli kitabı Kanguru Yayınları tarafından yayınlananan Örgel, öykülerinde metaforlar aracılığıyla kırılgan duyguları dile getiriyor. “Arada kalmışlığı”, “gidememe halini” öykülerinde sıklıkla bulmak mümkün. Öykülerinde biçimsel olarak yeni arayışlara da bir çok bölümde rastlanabilir.
Son kitabınız “Gidemeyen” deki öykülerde biçim içeriğin önüne geçmiş görünüyor. Bu seçim özel bir tercih mi?
Biçimin kendini hissettiriyor olması bir bakıma içeriğin yüklü olmasından kaynaklanıyor. Gidemeyen’de yer alan öyküler, sıradan olanın, sıradanmış gibi görünenin, sıradanmış gibi anlatılması haliyle başlayıp, sıradanlığın içinde var olan derinliğin, anlatımdaki derinlikle sarmalanmasıyla sürüyor. Doğru olan şu ki, en fantastik dili de bulsanız, anlattığı şey okuyucuya değdiği anda ete kemiğe bürünüyorsa, orada sadece biçimden, içerikten değil, bütün bir şeyden; nefes alan bir öyküden söz edilebilir. Ötesi kendimizle birlikte okuru da kandırma oyunundan başkası değildir. Satırlarında bir yığın içerik döküntüsü olan çarpıcı olaylar dizisi(!) öykünün aradığı değildir. Öykü; hemen her gün baktığımızın, hemen her gün gördüğümüzün, nefes almak gibi, farkında olmadan sürdürdüğümüzün, bize bir kez daha yeniden ve kendi biçimiyle hatırlatılması olayıdır.
Erik, Ceviz, Çınar öyküde geçen ağaç isimlerinden öte birer sembole dönüşmüş. Özellikle kavak ağacının geçtiği iki öyküde bunu belirgin olarak görüyoruz. Ağaçları sembole dönüştüren hisler neler açabilir miyiz?
Bizi biz yapan, insan yapan şey; anıları, aklı mantığı olan, matematik değerleri kullanan, kimyayı bilen halimiz değil yalnız. İşin içinde insan olmamız, insanca bir yaşam sürdürmemiz yolunda olmazsa olmaz olan, “erik, ceviz, çınar, kavak” ağaçları da var… Hayatımız boyunca değip dokunduğumuz, göz izi bırakıp, hatıralarımızı işaretlediklerimiz onlar… Muhtemelen bizden önce başlayıp, hayatlarını bizimle birlikte sürdüren onca şeyle paylaşmaya başlıyoruz günü, bir koca ömrü… Bu pay etme oyununda giderek birbirimize benziyoruz sonra; kimimiz kavak ağacına dönüşüyoruz, hüzünlü endamımızla, kimimiz bir çınar ağacından bakıyoruz dünyaya sessiz sedasız. Sonra nerede domur domur çiçek açmış bir kayısı ağacı görsek, eski bir günü anıyoruz, eski bir sözü, bir anı, durdurulmaz yüküyle, geçip giden zamanı.
İNSAN GİTMEK ÜZERİNE KURULUDUR
Öykülerin içeriğinde gidememe, arada kalma halinin yarattığı kırılganlık gözlemleniyor. Bu duyguyu yaşayan insanların sayısı az değil gib. Bu insanlar toplum içinde nasıl bir yerde duruyor?
Sızılı. Neredeyse hepimiz gibi. Gidememek; yaşadığımız, uğradığımız yıkım değil, aradığımızdır aslında. Hadi, desen kapıyı açıp buyur etsen dışarı; o arzulanan yer için kimsenin bir adım atası yoktur dünyada. Gitmek, sadece gitmek üzere kuruludur. Ve varılacak o kusursuz yere değdiği anda gölgemiz, yeni gitmeler içinde sızılar başladı demektir. Bu yüzden -Gidemeyenler- topyekûn içindedir içimizin. Kardeşiniz, babanız, enişteniz, teyzeniz, bakkalınızdır. Mutlu-mutsuz kimi görüp tanıdıysanız odur. Gidemeyen ve nefes nefese yaşayandır sokağımızda.
Öykülerin aralarında sorular iç ses olarak karşımıza çıkıyor. Sıklıkla bu yöntemi kullanmışsınız. Biraz açabilir miyiz?
Hep sözünü ettiğimiz değil midir yalnızlık, yalnız olma, sessiz, suskun bir ömre bulanma hali… İkinci bir ses bulma ümidiyle çırpındığımız karanlıklarda, içimizin sesidir o; kendimize ünlediğimiz, arkadaşımız, yaşam yoldaşımız aynı zamanda. Gidemeyen’ de ve diğer öykülerimde yer alan, ansızın ortaya çıkıp, karanlığı, yalnızlığı ve sessizliği bozan nida; kimliksiz, yargısız ve tarafsız insan yanımızın işaretidir. Sorar ve verir yanıtını susarak. Sorar ve anlatır. Okuyucuyu kendi halinde, kendiyle baş başa bırakarak.
(İstanbul/EVRENSEL)
ÖYKÜLERİMDEN TİYATRO OYUNU, OYUNLARIMDAN İSE ÖYKÜ ÇIKIYOR
Yosunlar adlı tiyatro oyununuz Ankara Devlet Tiyatrosunda sahneleniyor. Öykülerinizin bazıları tiyatro oyununa dönüştürüldü. Öykü ve Tiyatro ilişkisi hakkında bilgi verebilir misiniz?
Taşrada yazan birisi olmak bazen kamçılar insanı. Çünkü burada kendinizle daha baş başa olursunuz bazen. Bazen de başınızdan bizar… Bu sonuç aslında türlerin ne denli birbirine yakın olduklarının, birbirlerini çağıran, doğuran olabileceklerinin de bir işareti olmalı. Oyunlarım çeşitli yerlerde sahnelenmeye devam ediyor. Devlet tiyatroları dışında, Kıbrıs’ta ve bazı özel gruplar tarafından; festivallerde…
Her yeni oyunda öncekine göre fazladan güzellikler olacağı gibi, yeni eksiklikler de olur. Yaşantımız gibidir oyunlar. Öykü yazarlığında bulduğu serbest bölgeler kadar şanslı, rahat değildir tiyatro oyununda yazar. Öykünün tanıdığı öz, biçim, anlatım kişiselliği, tiyatro oyununda üst üste kapanan kapılara döner kimi zaman. Belki bu sebepten tiyatro oyunundan öyküye dönen yazar, kısılıp kaldığı bir hücreden, sonsuz mavi gökyüzü altında uçsuz bucaksız çayırlarda buluverir kendini. Ancak unutulmamalı ki, fazla serbest, dolgunca rahat ve özgür olmak iyi de olmayabilir. ‘Şeytanın azapta olduğu’ yazarın itici gücüdür de bir bakıma. Kişiselimde toparlayacak olursak; öykünün tiyatro oyunu metnine, metnin öyküye ciddi katkısı vardır. Bu katkı bazen yazarı kendinden kaçırarak, bazen de kendine çekerek gerçekleşir.
TERCİH DEĞİL DURUM
Çorum’da edebiyat yaşamınıza devam ediyorsunuz. Kültür ve sanat çalışmalarının merkezi İstanbul’a uzak olmak edebiyat yaşamınıza nasıl etki ediyor?
Öncelikle bu bir tercih değil, durum. Bazen beslendiğiniz yer zehirler sizi, kimi zamanda ayrıcalıklı kılar. İstanbul’a uzak olmanın kaybettirdiklerini göz ardı etmeden, bulunduğunuz yerin verdiklerine bakmak, salt edebiyat ve sanat değil, yaşamak için de gerekli çoğu zaman. İstanbul önemli bir kent. Nefes almanın, benzersiz olanı bulmanın olanaklı olduğu sihirli mekânlardan birisi. Bu yüzden İstanbul’a rağmen yazmak değil, İstanbul’u da hissederek yazmak diye bakıyorum meseleye. Tarihin, derin insan hallerinin, iktisadi ilişkilerin harman olduğu İstanbul’dan uzak olmanın, -hafifletici neden- sayılması çabasına girmeksizin yazmak, sürdürdüğüm çabanın genel adıdır belki. Elbette yazının fiziki yaşamı denilen bir şey de var. Sayfaya çizilen satırın kitaba dönüşmesinden, okura ulaşmasına, yazarın ve yazının okurla buluşmasına varıncaya kadar pek çok şeyi olanaklı kılan bir kent İstanbul. Taşra da olanın bunlarla da ayrıca uğraşması söz konusu.
Evrensel'i Takip Et