08 Şubat 2016 01:00

Prof. Dr. Eren Deniz Tol: İtiraf ve çaresizlik deklarasyonu

Paylaş

Serpil İLGÜN

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu’nun “Yeni bir güvenlik yapılanmasına ihtiyaç var. Klasik güvenlik yöntemleriyle başarılı olmanız çok zor” diyerek işaretlerini verdiği, aslında fiilen de uygulanan “Terörle Mücadele Eylem Planı” açıklandı. Asıl olarak “temizlik harekatı” sonrasına odaklanan plana göre kamu düzeni inşa edilecek, etkin iletişim strateji geliştirilecek, sosyal ve ekonomik destek sunulacak, HDP değil istişare kurulları muhatap alınacak ve birleştirici ruh hareketi başlatılacak!

Çözümü, barışı, müzakereyi içermeyen planı, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Eren Deniz Tol ile değerlendirdik. “Bu suça ortak olmayacağız” başlığıyla Barış İçin Akademisyenler tarafından hazırlanan bildiriyi imzaladığı için hakkında soruşturma açılan ve uzaklaştırma alan akademisyenler arasında yer alan Prof. Tol, yeni anayasa tartışmalarından toplumsal muhalefetin nasıl geliştirileceğine, gündemin diğer başlıklarına ilişkin sorularımızı da yanıtladı.

Ayrıntılarına geçmeden önce, Başbakan’ın açıkladığı “Terörle Mücadele ve Rehabilitasyon Eylem Planı”nı genel hatlarıyla nasıl değerlendirirsiniz?
Davutoğlu’nun, Cuma günü yaptığı konuşma ve açıkladığı plan, siyasi iktidarın sadece silahlı yöntemlerle bu işi çözme politikasının iflasının tescili. Konuşmasındaki kurgu, sadece o politikaların iflasının kabulü anlamına gelmiyor, aynı zamanda çaresizliğin de bir itirafı. Dolayısıyla hem itiraf, hem bir çaresizlik deklarasyonu olarak okunabilir. Ve başarılı olması da mümkün değil.

Planın ilk maddesi psikolojik unsur. “Devlet ve millet aklını birleştireceğiz” dedi Başbakan. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “terör örgütü PKK’yı maalesef dünyaya ve kendi insanımıza halen anlatamıyoruz” sözlerini anımsarsak, devlet ve millet aklını birleştirme vurgusu, “toplumda rıza üretimini sağlama konusunda sıkıntı yaşanıyor” şeklinde yorumlanabilir mi?
Bu söylenebilir. Devlet ve millet aklının bir araya getirilme çabası bahsettiğiniz sıkıntıyı gidermek için. Çünkü HDP’yi, PKK’yi yok sayan, özellikle legal siyasi platformda siyaset yapan ve -AKP’nin çok önemsediği oy üzerinden bakarsak- Güneydoğu illerinde kimi yerlerde yüzde 80’ler düzeyinde oy alan HDP’yi dışarıda bırakarak, devlet aklıyla millet aklını nasıl bir araya getireceksiniz?

HDP yerine sivil toplum örgütleri ikame ediliyor…
Evet, “HDP ile masaya oturmayacağım” deniyor. Peki ne yapacaksınız? “İşte sivil toplum örgütleriyle, kanaat önderleriyle istişare kurulları oluşturacağım.” İstişare kurullarıyla yerelin karar alma süreçlerine daha fazla dahil olacağı, dolayısıyla devletin aklıyla, milletin aklının buradan bir araya getirileceği savunuluyor. Bu yeni bir şey değil. Neoliberal politikaların önümüze koyduğu, “STK’lar aracılığı ile yerelleşme/ demokratikleşme” denilen politikaların içinde var olan, sivil toplum örgütleriyle, devletin ve sermayenin bir araya getirildiği, bunun da adının katılım, demokratikleşme olduğu yönetişim mekanizmalarına benzeyen bir şey. Burada adına yönetişim denilmemiş, istişare denilmiş. Fakat burada gene bir sıkıntı var. HDP’nin dışarıda bırakıldığı bir istişare kurulu nasıl işleyecek,  ne kadar temsil edecek, milletin ne kadarının aklıyla devletin aklını bir araya getirecek? Devletin aklı acaba bu konuda homojen mi? Çünkü bir de öbür tarafı var. Yani devlet dediğimiz aygıt acaba AKP’nin tanımladığı gibi mi düşünüyor bu konuda? Yoksa burada birtakım ayrışmalar mı söz konusu gibi bir dizi soruyu içinde barındırıyor.

Genel kanı ayrışmadığı yönünde. Şiddeti arttırılan savaş 1920’lerdeki Şark Islahat Planı’nına benzetiliyor. Cengiz Çandar geçtiğimiz hafta Hükümetin eylem planını da değerlendirdiği yazısında, “tutturulan yol, Şark Islahat Planı’nın güncellenmesidir” dedi. Katılır mısınız?
Böyle değerlendirilebilir. Ama daha geniş, daha modern bir algı operasyonun bir parçası olarak da değerlendirilebilir.

Zaten açıklanan planın 7. maddesinde “Etkin iletişim stratejisi” oluşturmaktan söz ediliyor…
O önemli. Zira, gerçeği saptırma ama bir de var olan gerçeği yok etme üzerine kurulan algı operasyonları var. Bu algı operasyonları tamamiyle değilse de kısmen başarılı olabilir. Çünkü haber alma kaynaklarına baktığınız zaman ana akım medyada dahil olmak üzere, şu an çok ciddi siyasi iktidara destek var. Haberlerin sunulmasından, kullanılan terimlerden, sözcüklerden bu algı operasyonlarını görebiliyorsunuz. Hakikati veren haberleri almak için insanların gerçekten çaba harcaması, alternatif haber kaynaklarına ulaşması gerekiyor ki algı operasyonunu kırabilesiniz. Ama maalesef, Türkiye nüfusunun büyük çoğunluğu böyle bir çaba içinde değil. Dolayısıyla da muhalefetin yapması gereken en önemli şeylerden bir tanesi, medya aracılığı ile kurulan hegemonyanın bir şekilde kırılması, buna ilişkin araçların yaratılması ve bunun ivedilikle yapılması.

Eylem planında ekonomik ve sosyal reformlar bölümü hatırı sayılır bir yer tutuyor. Nedir buradaki niyet? Siyaseten HDP tabanını bölemeyen AKP, bu kez ekonomik ve sosyal reformları mı devreye sokuyor?
Burada işaret ettiğiniz gibi bir hedefleme de var. “26 milyar TL yatırım yapacağız, bölge ekonomisini tahkim edeceğiz, göç eden yurttaşların kiralarını ödeyeceğiz, çocukların eğitimlerinin telafi edeceğiz, esnafın, işverenin zararlarını karşılayacağız, borçlarını erteleyeceğiz” gibi bir dizi ekonomik ve sosyal önlem paketiyle HDP’nin tabanında kayma sağlamaya yönelik bir hedef olduğunu söylemek mümkün.

Ekonomik ve sosyal vaatler arasında, yakılıp yıkılan mekanların “ihya edilmesi” de yer alıyor…
Davutoğlu bunu söylerken “bu kentsel dönüşüm” değil dedi. Başbakan kentsel dönüşüm lafını sevmiyor olabilir. Kentsel dönüşüm demezsiniz ama aynı işleri yaparsınız. Çünkü biz biliyoruz ki kentsel dönüşüm tam da böyle bir şey. Yani mekanın sermayeye daha fazla rant sağlayacak şekilde -Davutoğlu tabiriyle-, “ihya” edilmesi.

AKP EŞİTTİR DEVLET DİYEMEYİZ!

Sizin de imza atarak durmasını istediğiniz savaş öngörüldüğü üzere giderek ağırlaşıyor. Ulaşılmasına izin verilmeyen yaralılar, sokaklardan alınamayan cenazeler, göçler ve her gün sayısı artan ölüm haberleri… bir siyaset bilimci, bir kadın, bir yurttaş olarak tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz? “Türkiye nereye gidiyor” sorusuna sizin yanıtınız ne?
Ben bu soruya önce insan, sonra bir bilim insanı, sonra da bir kadın olarak yanıt vermek istiyorum. Açıkçası son günlerde Cizre’de bir bodrum katındaki yaralılara ulaşılmasına izin verilmemesine odaklanılsa da, savaş, yurttaş ve insan hakları ihlalleri 10 günden çok daha uzun zamandır devam ediyor. Bir insan olarak bunu görüp de karşı çıkmamak, isyan etmemek mümkün değil. Siyaset bilimci olarak ise, öncelikle şu temel hususu anımsatmak isterim; devleti devlet yapan temel bir takım nitelikler vardır. Bu temel niteliklerden bir tanesi vatandaşının can ve mal güvenliğini korumaktır. Burada ortaya çıkan durum, devletin bunu yerine getirmemesi durumu. Bunu yerine getirmediği noktada devletin meşruiyeti de sorgulanır hale geliyor. Ya da bir sorgulama varsa sorgulamayı derinleştiriyor.

Meşruiyet sorgulamanız vesilesiyle, Kürt sorununda yeniden askeri yönteme geri dönüşteki “devlet aklı” meselesini analiz etmenizi rica edelim. Biliyorsunuz, nicedir AKP’nin devletleştiği, devlete hakim olduğu tespitleri yapılıyor...
Ben, AKP- devlet bütünleşmesi tanımlamalarına çok katılmıyorum.

Nedir katılmadığınız yer?
Şu; devlet bir partiyle ya da bir siyasi iktidarla özdeş olabilecek bir şey değildir. Devletin varlığını belki çok somut tanımlayamazsınız. İşlevleriyle, kurumlarıyla, bürokrasisiyle, kurallarıyla vs. tanımlarsınız ama devlet aygıtı siyasi iktidardan, o dönemde bir ülkeyi yöneten bir siyasi patiden ayrı bir varlıktır. Devlet, tarihsel toplumsal koşulların belirlediği toplumsal işbölümünün sonucudur; kendine özgü sınıf ittifaklarını ve tarihsel bloğu yansıtır. Tüm bunlar her bir devletin kendi özgünlüğünü de ortaya çıkarır. Buradan bakıldığında, AKP eşittir Türkiye Cumhuriyeti Devleti diyemeyiz.

O halde AKP İktidarını neden bu kadar baskın bir biçimde hissediyoruz?
Birincisi, AKP iktidarına ciddi biçimde muhalefet edebilecek ve o iktidarı sınırlayabilecek ve denetleyebilecek hem toplumsal, hem siyasi mekanizmaların zayıflığı nedeniyle böyle bir şey ortaya çıkıyor.  İkincisi, 13 yıldır iktidarda olmasının AKP’ye bürokrasiye ve yargıya ilişkin istediği değişiklikleri yapmasını mümkün kıldığını da gözlemlemek gerekiyor. HSYK’nın, Anayasa Mahkemesi’nin, YÖK’ün, bunların her birinin değiştirilmesi, siyasi iktidarın etkisine daha açık hale getirilmesi ya da ekonomik politikalar açısından bakıldığında Türkiye sermayesinin taleplerini ve beklentilerini yerine getirecek ciddi bir takım politikalar sürdürdüğünü gözlemlemek ve bunlar üzerinden değerlendirme yapmak gerekiyor.

Yani sermayenin taleplerinin karşılanması önemli bir faktör?
Evet. Sadece siyasi değerlendirmelerle açıklama yapmak çok mümkün değil çünkü orada devlet -sermaye ve siyasi iktidar- sermaye ilişkilerine de bakmak gerekiyor. Türkiye’de her ne kadar “batıcı, laik sermaye” ile “Müslüman sermaye” ayırımları yapılsa da -ki bu ayırım var aslında ve bu Türkiye’nin özgünlüğünden kaynaklanıyor- bugün baktığımızda gerek Müslüman sermaye, gerekse batıcı laik sermaye açısından AKP iktidarının işçi sınıfı, çalışanlar ve işsizler üzerinde sömürüyü ciddi biçimde arttıran mekanizmalar yarattığını ve düzenlemeler yaptığını söylemek gerekiyor. Bu da tabii sözünü ettiğimiz AKP baskınlığını daha da arttırıyor.

SADECE BAŞKANLIK DEĞİL, SERMAYENİN TAHAKKÜMÜNÜN ARTTIRILMASI DA HEDEFLENİYOR

Bir de yeni anayasa gündemimiz var. Anayasa Uzlaşma Komisyonu geçtiğimiz hafta ilk toplantısını yaptı ancak partilerin anayasa değişikliği ve başkanlık konularındaki açıklamalarına bakıldığında asılında uzlaşma değil, “uzlaşmama komisyonu”ndan söz edilebilir. Komisyon bu haliyle AKP, dolayısıyla Erdoğan’a “bakın biz demiştik, parlamenter sistemle olmuyor”a yeni bir malzeme mi teşkil edecek, ne dersiniz?
Evet,  parlamenter sistemin işlemediğine dair bir yeni örnek olabilir. “Görüyorsunuz 12 Eylül yasalarından kurtulamıyoruz, ülkeyi demokratikleştiremiyoruz, dolayısıyla başkanlığa geçiş en iyi formül” diyebilirler. Şöyle bir şey de olabilir, milletvekili pazarlığı yaşanabilir belki. Ben açıkçası MHP’nin destek olacağını düşünüyorum. Bugüne kadarki süreçlere baktığımızda MHP genelde AKP’nin önünü açan eylemlerde bulundu çünkü. Ya da referandum bir formül olabilir. Bunların hepsi masada bence.

Anayasa konusu, Erdoğan’ın “yerli ve milli anayasa” talebi üzerinden tartışılmaya başlandı. Anayasanın yerli ve milli olmasından ne anlamalıyız? Erdoğan’ın tahayyülü ne?
“Milli ve yerli anayasa” söyleminin bir satış ambalajı olduğunu düşünüyorum. Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun, Erdoğan’ın başkanlık talebine bağlı olarak kurulmuş olmasına dikkat çekmek gerekiyor. Yeni yapılacak anayasa, başkanlık rejiminin önünü açarsa ve ilk dört maddeye dokunmaz ama bir dizi başka madde değiştirilirse, belki o zaman bugün gündemde olan “faşizme ne kadar yaklaştık” tartışmasını daha rahat yapabiliriz. İkinci boyutu, özellikle sermayenin tahakkümü açısından düşündüğümüzde, 12 Eylül’ün yaptığı anayasayı arayabiliriz! Çünkü yeni yapılacak anayasa sadece başkanlık rejiminin önünü açmayacaktır, aynı zamanda sermayenin tahakkümünün daha belirgin, daha başat hale gelmesini mümkün kılacak düzenlemelerle gelecektir. Beni anayasa tartışmalarında en çok endişelendiren yanlarından biri de bu. 12 Eylül’ün hâlâ kamusala vurgu yapan yapısının ortadan kaldırılması ve sermaye ile iç içe geçmiş farklı bir devlet yapısının yeniden kurgulanması. Ki, bunun da anlamı dediğim gibi sermayenin tahakkümünün çok daha başat hale geleceği bir Türkiye hedefi. Dolayısıyla yeni anayasa tartışmalarında bunu da gözden kaçırmamak gerekiyor.

LİBERAL İSLAMCI FAŞİZME GİDEN BİR SÜRECİ YAŞIYORUZ

Değindiğiniz üzere Kürt sorunundan medya ve ifade özgürlüğüne, her alanda yaşanan baskı ve zor politikaları “sivil faşizm” olarak da tanımlanıyor. Faşizm tartışmasına siz nasıl yaklaşıyorsunuz?
Faşizm olarak değil ama bir geçiş dönemi olarak adlandırabiliriz bu dönemi. Mesela Korkut Boratav Hoca, “İslami faşizme geçiş” olarak tanımlıyor. Buna belki liberali de eklemek gerekiyor, liberal İslamcı faşizme doğru giden bir süreci yaşıyoruz ama buna faşizm demek mümkün değil. Esas soru, bu geçiş dönemi faşizme mi evrilecek yoksa ileri bir noktaya mı sıçrayacağız? Bunu da belirleyecek olan toplumsal muhalefetin kendisi.

Toplumsal muhalefet cephesindeki çabaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Kadınlardan meslek örgütlerine, akademisyenlerden aydın, yazar ve sanatçılara, siyasi partilere, yapılan eylem ve etkinlikler Hükümet üzerinde bir baskıya henüz dönüşmüyor. Nasıl güçlendirilebilir?
Sözünü ettiğiniz var olan siyasi yapılar ya da kurumların dışında daha sivil sayılabilecek ama aynı zamanda kitlesel bir şeye de dönüşebilecek toplumsal bir muhalefetten söz ediyorum. Bunun içinde CHP’yi kurum olarak saymıyorum ama CHP tabanından birileri öyle bir toplumsal muhalefetin içinde yer alabilir. Ya da kurum olarak sendikaları saymıyorum ama nedir, oradaki işçilerin, kamu çalışanlarının da katılabileceği, Kürt ya da Türklerden oluşan çalışan, işsiz, mülteci, kadın, LGBT gibi “kaybedenlerden” oluşan bir toplumsal muhalefetten söz ediyorum. Ancak bunun ortaya çıkışı ve kitleselleşmesi süre giden savaşı sona erdirebilir. Şu günlerde, en azından “savaşa dur” demek için CHP -HDP ittifakı çokça gündeme getiriliyor ancak olası görünmüyor. Bu türden bir karşı çıkış, sözünü ettiğim toplumsal muhalefetin kitleselleşmesinin de önünü açacak bir şey aynı zamanda. Ama mümkün görünmüyor.

'BİRLEŞTİRİCİ RUH' BİR HAYAL 

Eylem Planı’nın dikkat çekici maddelerinden biri de sadece Türkiye’de değil, tüm Ortadoğu’da “birleştirici ruh hareketi başlatma” iddiası. Sizce bu iddianın içerdiği asıl hedef ne? 
Bu vurgu Ahmet Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” kitabında var. Bunu neo-Osmanlıcılık olarak adlandıranlar var ama ben o kadar basit olmadığını düşünüyorum. Çünkü geçmişe dönüp baktığınızda sadece AKP dönemi dış politikasında değil, bir öncesindeki Ecevit koalisyon hükümeti döneminde başlayan bir süreçten söz etmek gerekiyor. Yani bu sadece AKP’nin ya da Davutoğlu’nun stratejik derinlik kitabında tanımladığı bir şeyin ötesinde, bir devlet aklının devreye girdiği ve o devlet aklının konjonktürel değişime bağlı olarak yeniden tutum alışıyla ortaya çıkması. 

Devlet aklı nasıl bir tutum aldı?
90’ların sonu, 2000’li yılların başı itibariyle Türkiye sermayesinin çok ciddi biçimde küresel sermayeye eklemlenmeye dair bir talebi oldu. Bu talebin 2000’li yılların başındaki asli hedefi Avrupa sermayesine eklemlenme biçimindeydi. TÜSİAD bunun için ciddi çaba sarf etti. Başarılı da oldu aslında. Diğer taraftan, 2000’lerin ortasına gelindiğinde Avrupa sermayesine eklemlenmenin ötesinde Türkiye sermayesinin Recep Tayyip Erdoğan’ın deyimiyle misak-ı milli sınırları içinde kalmayıp, bulunduğu sınırların dışında hem ticari, hem sanayi sermayesinin mekanın yeniden örgütlenmesine yönelik talepleri oldu. Bu talepler İsmail Cem’in Dışişleri bakanlığı döneminde karşılanmaya başlanmıştı ve sonrasında Davutoğlu’nun “jeoekonomik stratejik derinlik” diye tanımladığı duruma da uydu. Bu bir süre barışçı biçimde gitti. Daha çok yumuşak gücünü kullandı Türkiye. Ama bu yumuşak gücün kullanılabilirliğini ortadan kaldıran bir takım gelişmeler oldu hem Türkiye’de, hem dünyada. 1, Arap baharı ve ortaya çıkardığı durum; 2, Türkiye’de Gezi hareketi, dolayısıyla Gezi’nin yarattığı travma; 3, Suriye’de işlerin karışması. 

Bu yeni duruma karşı nasıl bir politika geliştirilecek peki?  “Birleştirici ruh hareketi” nasıl hayata geçirilecek? 
Aslında Türk dış politikasının giderek bataklığa saplandığı ve başarısızlığa uğradığına dair saptamalar bu soruyu yanıtlar durumda. AKP ve özellikle Ahmet Davutoğlu bu yeni duruma karşı bir politika geliştiremedi. Dolayısıyla “birleştirici ruh”, yaşamın gerçekleriyle örtüşmeyen bir hayalden ibaret kalmaya mahkûm görünüyor. 

KÜRT SORUNU TÜRKİYE’NİN SORUNU OLMAKTAN ÇIKTI

Hükümetin “çözüm” planına ve diğer tüm pratiklere baktığınızda, yakın zamanda çatışmasızlığa yeniden dönüşü mümkün görüyor musunuz? 
Yakın zamanda çok zor görünüyor maalesef. Kürt sorunu Türkiye’nin sorunu olmaktan çıktı, daha geniş bir çerçevede ele alınması gereken bir duruma dönüştü. Ortadoğu’da sınırların yeniden çizildiği, özellikle de Suriye özelinde değerlendirirsek, Rusya’nın, İran’ın işin içine girmesi, Kürtlerin bir güç olarak Suriye içinde ortaya çıkması ve Kürtlerin kantonlar aracılığı ile Türkiye sınırında özerk bir bölge oluşturması, bütün dengeleri altüst etmiş durumda. Türkiye’deki Kürt sorunun çözümü bütün bu gelişmelerle bağlantılı. Dolayısıyla, Kürt sorunun geleceğinde hem iç dinamikler, hem dış dinamikler belirleyici. Ancak hangisinin ne kadar belirleyici, hangisinin ne zaman ağır bastığını tartmak da zor. Örneğin ABD, Suriye Kürtlerine ne kadar destek oluyor? PYD’ye desteği nereye kadar sürdürür? Bu soruların yanıtı henüz yok. 

Ama oluşacak yanıtlar Türkiye’nin Kürt sorunun kaderinde belirleyici olacak?
Tabi. Yalnız burada şunu da vurgulamakta fayda var; Kürt sorununun çözümünde geldiğimiz noktanın, yani AKP’nin masayı devirmesinin, ABD’nin tanımladığı çerçevenin dışına çıkıp çıkmamakla alakalı olmaktan çok, Türkiye’deki rejim değişikliği ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Meseleyi, HDP’nin 7 Haziran seçimleri öncesinde “seni başkan yaptırmayacağız” sloganıyla ortaya çıkıp yüzde 13 oy alması ve AKP’nin oylarını düşürmekle kalmayıp, milletvekili sayısını aşağıya çekmesiyle bağlantılı olarak tartışmak gerekiyor. Dolmabahçe mutabakatının yok sayılması ya da çözüm sürecinin Cumhurbaşkanı tarafından buzdolabına kaldırılmasının bununla bağlantılı olduğunu düşünüyorum. 

AKADEMİSYENLERE BASKI, HÜKÜMETİN SİNDİRME STRATEJİSİNİN BİR PARÇASI

“Barış İçin Akademisyenler’in öncülüğünde hükümete savaşın ve şiddetin son bulması için çağrı yapan metnin ilk imzacılarından ve bu nedenle hakkında soruşturma açılarak uzaklaştırma alan bilim insanlarından birisiniz. Yaptığınız çağrının bunca hakaret ve baskıyla karşılık bulması karşısında ne hissetiniz? 
Hissettiğiniz genel bir linç duygusu. Barışa sahip çıkıyorsunuz, çocuklar ölmesin, insanlar ölmesin diyorsunuz ve bu kadar insani bir çağrı yaparken, karşılığında çok ciddi hakaretlere uğruyorsunuz Cumhurbaşkanı ve Başbakan tarafından. Ve o hakaretlerle birlikte, sadece ulusal medyada değil, yerel medyada toplu bir linç kampanyası başlatılıyor. İmza veren 1178 kişinin birden fotoğrafları basıldı, tek tek hangi üniversitelerde olduğumuz tanımlandı. Teşhirin ötesinde hedef gösterme söz konusuydu. Dolayısıyla çok iyi hissetmiyorsunuz kendinizi. Akademisyenlere bu düzeyde baskıyı, Hükümetin genel olarak izlediği korku, sindirme stratejisinin bir parçası olarak değerlendiriyorum. Ama tüm baskılara rağmen birkaç imza çekmenin dışında genel olarak, “attığımız imzaların arkasında duracağız” tavrı hakim oldu. Ki, bu duruşun ardından hem imza sayısı arttı, hem de arkasından ikinci bir dalga geldi. Kişisel olarak da, bugün “iyi ki imzalamışım, bugün olsa bir daha imzalarım” diyorum. 

 

(Fotoğraf: Eren Bozbaş)

ÖNCEKİ HABER

Savaşın kaderini Halep belirler

SONRAKİ HABER

İstanbul'da yine kahvehane saldırısı: 1 ölü, 1 yaralı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...