12 Ağustos 2008 00:00

Kamp ateşi ve Zeus’un öfkesi


Gençlerimiz her yıl olduğu gibi gene yıldız yıldız yağaraktan Avusturya Alplerindeki Millstaetter Gölü kıyısında buluştular... Bir kısmı ilk kez birbirlerini görüyorlardı... Ama ışık ve yürek kardeşleri olduklarından hemen birbirleriyle kaynaşıveriyorlardı.... Ulaşmak istedikleri hep aynı menzil olduğundan, hemen ellerini ve yeteneklerini birleştiriyorlar; kümelere ayrılıp gönüllerinden geldiği gibi çeşitli sanat dallarında, spor alanında, toplumsal konularda, kardeşçe bölüşecekleri birşeyler üretmeye başlıyorlardı...
Biz de yaptığımız söyleşide mitologyadan ve egemenlerden söz ettik. Bu bağlamda egemenlerin buyruğundaki bazı sözde filozoflar, mitologyaya dayanarak; “Tanrıların buyruğuyla insanlığın tümüne yakın bölümü köle olarak, bir avuçluk kesimi de soylu kullar olarak doğmuştur. Ve bu köleler, soylulara hizmet eden canlı aletlerdir.” diye felsefe üretiyorlardı... Öte yandan da kölelere ; “durumlarına isyan etmemelerini, çünkü böyle köle olarak yaratılmışlığın bir tanrı buyruğu olduğunu” söylüyorlardı. “Zaten bu dünyada görülen her şey bir gölgedir,” diye ekliyorlardı. “Haliyle bu dünya gerçek değil, yalan bir dünyadır. O yüzden bir avuç egemenin buyruğunda köle olarak yaşamak onca üzüntü duyulacak birşey değildir. Nasıl olsa tanrılar öteki dünyada köleleri ödüllendirecektir! “
Ne var ki bazı soylu ozanlar da; halkların uyanması doğrultusunda bu korkunç mitosları tiyatroya dönüştürüyorlar; kalabalıkları aydınlatıyorlardı. Köleliği bir yazgı olarak dayatan egemenlere ve bu türden satılmış filozoflara karşın, “canlı alet” denen yığınlara sahip çıkıyorlardı. Örneğin tanrı Prometeus yada prenses Antigone mitoslarına dayanarak yazıp sahneledikleri tragedya denen oyunlarında; tanrılara ve egemenlere başkaldıran kahramanları seyircilere tanıtıyorlardı. Ezilen emekçilerin de kendilerine dost olan tanrılarının olduğunu söylüyorlardı. Böylece köleleştirilmiş yığınları yüreklendiriyorlar; ürettiklerinden pay istemeye çağırıyorlardı. Dünya nimetlerinin kardeşçe bölüşülmesi gerektiğinden ve kader diye yutturulan kölelik dayatmasına isyan etmelerinden söz ediyorlardı... (Bu arada gençlerimiz, Prometeus’u dillendiren çok güzel bir oyun da sergilediler... Oyuncu gençlerimizi ve onları çalıştıran Sinem ve Erdoğan arkadaşlarımızı kutluyorum...)
Gençlerimiz, geçmiş çağlarla çağımızın benzerliklerini de çok iyi sezinliyorlardı... Örneğin binyıllar önce Troya’ya savaş açmak için Tanrı’yla konuşan Agamemnon ile günümüzde Tanrı’dan buyruk aldığını söyleyip Ortadoğu’yu kana bulayan Mistir Buş arasında hiçbir fark yoktu... Gene antikçağda haksız ölüm fermanına isyan eden ve tanrıların adaletinden söz eden yürekli Antigone’ye kralın söylediğini anımsıyorduk: “Tanrılar mı dedin? Tanrılar, kralların yani devletin memurlarıdır...”
Çünkü tanrıları kalkan olarak kullanan egemenler, saltanatları gereği kanla besleniyorlardı hep... Hiç doymayan ve yedikçe de acıkan bu egemenlerin buyruğu altındaki halklar, haliyle kan ağlıyordu. Ne var ki tanrıça Demeter’in cezalandırdığı bu kana doymayan bir avuç egemen, gün gelip birbirlerini yemeye başlayacaklardı... En sona kalan tek egemen kral da, halkın gözleri önünde kendi kendini yiyecekti açlıktan! Ve ondan sonra da savaş sözünün bile unutulduğu bir dünyada, el ele verip üreten ve bu ürettiklerini kardeşçe bölüşen bütün insanların Altınçağ’ı başlayacaktı... Çünkü böyle söylüyordu mitoslar...
Kamp yeri gerçekten tanrıların bile hayal edemeyeceği güzellikteydi... Doğa burada yeşilin en çılgın nüanslarıyla bezenmişti...
Öylesine titizlikle korunan çevredeki Alp Dağları’na baktıkça da, dünyayı yönlendirmek için tanrıların konuşlandıkları o binbir pınarlı Kazdağları’nı anımsıyordunuz birden! Çünkü bütün dünya kültür ve uygarlığını yönlendiren ve Homeros’un yazdığı ölümsüz İlyada destanında anlatılan mitologya, o öksüz Kazdağları’nda yaşam buluyordu. Ne var ki bu dağ; artık altın arayan yabancı tekellerin döktükleri siyanür işkencesi altında, son demlerini yaşıyordu... Bunları da konuştuk ara ara...
Yağmurların ve de yıldırımların tanrısı Zeus, gençlere bir de sürpriz yaptı ayrılacağımız gece!... Hafiften başlayan ve geldiğimizden beri her gün aynı saatte yağan yağmur, birden şiddetlendi... Sonunda ceviz büyüklüğünde doluyla karışık yağdı uzun süre... Çadırların, kantinlerin sular altında kalacağı anlaşılınca, gençler kovalarla baltalarla saldırdılar biriken sulara... Arklar açtılar... Oluşan gölcükleri dağıttılar... Birbirlerinin üstlerine de döktüler kovaları kahkahalarla... Arada; “Gençlik gelecek, gelecek sosyalizm” diye sloganlar da attılar coşkuyla...
Yağmurdan sonra; “Hocam dün geceki seminerde Zeus’u çok kızdırmışız, besbelli!” dediler... Çünkü Baştanrı Zeus; gerek kendisinin, gerekse yeryüzünde temsilcileri olan egemen kralların dayattığı kölelik yasalarına uymayanları, yıldırım ve sağnak yağmurlarıyla cezalandırırdı...Ama gençlerimiz, el ele vererek Zeus’un saldığı cezayı boşa çıkarmışlardı!...
Gerçekten de Zeus’un öfkesini kursağında bırakan gençlerin yüzüne nakışlanan o gülümsemeyi görmek vardı...
Çünkü bu gülümseme, bundan böyle bütün Zeusların öfkesini el ele vererek yenecek olmanın coşkusundan ve sevincinden başka birşey değildi...
Yaşar Atan

Evrensel'i Takip Et