15 Şubat 2009 01:00

MİNERVANIN BAYKUŞU


Daha önce dövülenlerin şimdi övüldüğü günlerdeyiz. Nâzım Hikmet’e yurttaşlık, Kürtçe televizyon, Alevilere de onların tepkiyle karşıladığı maaşlı dedelik önerisi gibi açılımlara bakılırsa sanki Cumhuriyetin bütün sorunlarının bir çırpıda çözülmesine az kaldı. Hükümet en azından böyle bir hissiyatın güçlenmesinden yarar umuyor belli ki. Umuyor ki bu toplumun dışlanmışları, kendi kültürlerindeki yasakların ve görmezden gelmelerin artık sona ermek üzere olduğuna inansın ve siyasi iradeyle barışsın; 1 Mayıs’ta orantısız güç kullanılmasına, Kürtler üzerindeki baskıların sürmesine ve Alevilerin isteklerini pek gözetmese de gerçekleşsin bu barış.
Kazanım kazanımdır tabii; o dille ne konuşulursa konuşulsun Kürtçenin beyaz ekrandan duyulur olması, Nâzım’ın resmen bu ülkenin vatandaşı olarak muamele görmesi iyidir. Şiwan Perver’in şarkılarının rahatça dinlenilmesi, Ahmet Kaya’nın sevenlerinin gönlünün alınması da.
Ama barışmak mı; bir dakika. Bu o kadar kolay değil.
Adına açılım denen bu gelişmelerin ana muhalefet partisinin dilinden çarşaflı kadınlara rozet takma biçimindeki uyarlanması bile rakibinin niyetlerini de ele veriyor az çok. İkisinin de açılımları diğerinin negatif filmi kıvamında çünkü. Şu her iki açılımcı için de söylenebilir: Karşıtını kendine yamamaya çalıştıkça onu marjinal olmaktan çıkaracağını düşünen zihniyet kendisinin de bu yolla siyasetin merkezine daha çok yayılabileceğine inanıyor; herkes de inansın istiyor. Fakat hala toplumun iki mahalleye ayrılmasından ve bu mahallenin çöplüklerinin tek başına horozu olmaktan memnuniyet duyan iktidar ve muhalefet ikilisinin samimiyetine inanmak için önlerindeki bütün sınavlardan geçebilecek kadar gayretli, ama dahası, yakın geçmişin de unutulabilmesi gerekiyor.
Yoksa berbat çetelelerine bakarak niyet okuduğu için kimse ayıplanamaz.
Tunceli’nin köylerine “çamaşır makinesi götürme” “açılım”ının o köylerin evlerinde su şebekesi olmadığı ortaya çıkıp karikatür malzemesi olduğu günlerde Başbakan, Tunceli valisi için “benim valim tebdili kıyafet halkın arasına karışır; onların ihtiyaçlarını tespit eder” mealinde sözler söyledi bir yerde. Tebdili kıyafet giyip halkın arasında dolaşan, adil bir halife olmasıyla ünlü, islam birliğinin mimarı Hazreti Ömer’e benzetiyordu valisini. Tarihsel metaforları çok seven Başbakan’ın tebdili kıyafet gezen valileri, görevlileri ve hatta bizzat kendisi, toplumun ihtiyaçlarını suyu olmayan köylerde yaptıkları gibi tespit etmişlerse bizim kültürel açılımların da taşıma suyla dönsün denen çamaşır makinelerine benzeme ihtimali var. O zaman Halife Ömer’le değil; kendi içtiği halde, yasakladığı şarabı teb’ası gizli gizli içiyor mu diye tebdili kıyafet İstanbul’u dolaşıp casusluğu kimseye bırakmayan bir 4 Murat’la muhatap olmuşuz demektir. Açılımlar bir anda yalana dönüşürse halkın ihtiyacını, tebdil edilmiş kıyafetine rağmen tam anlamamış Başbakan’ın, şarabı sadece kendisine ayırdığını düşüneceğiz.
ANNE TERLİĞİ
14 yaşındaki bir kız çocuğunu taciz eden Vakit gazetesi yazarı, şeriatçı Hüseyin Üzmez yargılanırken Bursalı kadınlar mahkeme kapısının önünde bir gösteri düzenlediler. Üzmez’e yumurta fırlatan, şemsiyesiyle vuran kadınların taşıdıkları dövizlerden birinde “sen hiç anne terliği yedin mi” yazıyordu. Başbakan’ın “baş olmaya kalkan ayaklar”la ilgili veciz ifadesine sanki nazire olsun diye ezilenler, yoksullar ve mağdur olanlar ayaklarında ne varsa onunla cezalandırıyorlar kendilerini üzenleri.
Iraklı gazetecinin Bush’a ayakkabı fırlatmasından sonra şimdi sıra kadın terliklerinde. Bunu ilk, Almanya’da Göçmen Kadınlar Birliği fark etti. İki yıl önce yaptıkları 8 Mart afişinde yürüyüş kolundaki kadınlar, yan yana dizilmiş rengarenk terliklerle temsil ediliyorlardı. Galatasaray Lisesi’nin önünde yeniden oturma eylemine başlayan Cumartesi Annelerinin, küçük kızlarına tecavüz edilen kadınların, hapisteki Kürt çocuklarının annelerinin terliklerini, her türden sapkını kötekleyebilmek için ellerine aldıklarını düşünebiliyor musunuz?
Nuray Sancar

Evrensel'i Takip Et