1 Kasım 2009 00:00

Afrodit ve kenti Afrodisyas

Haliyle Afrodisyas’taki sanat günlerinde, Tanrıça Afrodit’i tanımadan olmazdı... Gökyüzü anlamında Uranus denen tanrıyı, kendi oğlu kesip parçaladı. Ve Uranus’un parçalanıp denize savrulan hayalarındaki tohumlarla Akdeniz’in köpükleri döllendi. Bunun sonunda da güzeller güzeli bir kız çocuğu dünyaya geldi. Grekçe “köpük” anlamına gelen “afr”dan türeme, “köpüklerin çocuğu” anlamında Afrodit adını verdiler ona. Daha sonra elindeki yay ve oklarla gönüllere aşk kıvılcımları salan yaramaz Eros geldi yanına. Dört Mevsim tanrıçaları da onu bir güzel giydirip kuşattılar…Sonra da ellerinden tutup hep birlikte Kıbrıs’a götürdüler. Oradan da Olimpos’taki tanrılar sarayına uğurlayıp yolcu ettiler… Olimpos’taki saraya vardığında da toplantı halindeki tanrılar, böylesine bir güzeli aniden karşılarında görünce hemen ayağa kalktılar. Birgün Olimpos Sarayı’nda bir düğün şöleni düzenlendi. Tatsızlık çıkartır endişesiyle çağrılmayan Kavga Tanrıçası Eris dışındaki bütün tanrı ve tanrıçalar orada eğleniyorlardı. Ne var ki eğlencenin tam ortasında Tanrıça Eris, gene de yapacağını yaptı; Baştanrı Zeus’un oturduğu masanın üstüne havadan bir altın elma düşürüverdi! Hemen Zeus’un masasındaki karısı Tanrıça Hera ve kızı Atena elmayı kaptılar! Üzerinde; “Baştanrı Zeus bu elmayı tanrıçaların en güzeline sunsun!” diye bir yazı vardı. Zeus, zıpkın yemişçesine bir süre donakaldı! Çünkü karısı Tanrıça Hera da, kızı Atena da oradaydı. Her biri de zaten kendini evrenin rakipsiz güzeli sayıyordu! Üstelik sonradan Olimpos’a gelen, ama güzelliğiyle gerçekten evreni büyüleyen Tanrıça Afrodit de aynı masadaydı. Baştanrı Zeus bu belalı seçicilikten kurtulmak için güzelliklerine toz kondurmayan üç tanrıça arasında bir güzellik yarışması düzenlenmesini önerdi. Dünyada yapılacak bu ilk güzellik yarışmasına, Troya kralının oğlu Prens Paris’in hakemlik etmesi uygun görüldü. Bu yakışıklı delikanlı; Olimpos’a bitişik Edremit yakınlarındaki Kazdağları’nda çobanlık ediyordu… Yarışmaya katılan bu üç tanrıçadan her biri, birinci seçilme karşılığında bir rüşvet önermek üzere gizli gizli Paris’in kulübesine gitti. Kulübeye ilk giden Zeus’un karısı Hera; bütün Asya kıtasının imparatorluğunu sundu rüşvet olarak. Ne var ki Paris öyle mal-mülk delisi değildi. Troya ülkesi, hem halka hem kendine çoktan yetip artıyordu…Daha sonra giden tanrıça Atena da, girdiği her savaşta bir başarı ve bütün dünyaya yayılacak ün ve şan önerdi ona… Paris bu rüşvete de içinden gülüp geçti: Çünkü o bütün savaşlardan iğreniyordu!… En sonunda Afrodit geldi kulübesine. Ve Paris, tanrıçayı görünce çarpılmışa döndü! Çünkü Afrodit’in yanındaki Eros, elindeki yayla onun yüreğine aşk kıvılcımları salıyordu durmadan!…Tanrıça, çobanın önünde şal ve entarisini savuraraktan kırıttı; birkaç kez havada döndü…Haliyle Paris’in aklı baçından uçtu! Sonra Afrodit, Paris’e yaklaşıp;”İşte, sana benim kadar alımlı olan güzel Helena’nın aşkını öneriyorum!” dedi ve gözden kayboldu… Bir süre sonra Zeus’un huzurunda yapılan yarışmada hakem olan Paris; Tanrıça Afrodit’in tanrıçaların en güzeli olduğunu açıklayıverdi…Böylece evren güzeli seçilen Afrodit de, bir ara Yunanistan’a giden Paris’e verdiği sözü tutmak üzere Eros’u görevlendirdi. Eros da aşk okları gönderip Yunanistan’daki güzel Helena’yı Paris’e deli divane aşık etti. Ne var ki apar topar Paris’le kaçıp Troya sarayına gelen güzel Helena; Ege’nin iki yakasında oturan komşu ve kardeş halkların, yani Troyalılarla Yunanistanlıların yıllarca kan ve gözyaşı dökmelerine neden olacağının henüz bilincinde değildi. Çünkü Yunanlı Başkral Agamemnon; uzun zamandır göz koyduğu Troya hazinelerini yağmalamak için bunu bulunmaz bir fırsat olarak değerlendirecekti.. Tabii Başkralın ilk yaptığı iş de, sözde namus temizleme amacıyla, krallığın buyruğunda görevli tanrılarla üç kez konuşup savaş izni aldığını söylemek oldu... Velhasıl Tanrıça Afrodit’in iyi ve kötü serüvenleri bitip tükenir gibi değildi! Çünkü o hem göksel hem de dünyasal aşkı birleştiriyordu kişiliğinde. O yüzden gözüne kestirdiği tanrıların ve bazı ölümlülerin yüreklerini tutuşturup onları hep olağanüstü serüvenlere itiyordu… Gene Afrodit’in kıskançlığı yüzünden nice ölümlü kadınlar onun şerrine uğrayıp anlatılmaz acılar çektiler…Söylediğimiz gibi, Afrodit’in buyruğundaki Eros; hedefini hiç şaşırmayan iki çeşit ok kullanırdı: Biri, vurduğu gönülleri sevgi ve sevinçle doldurur; öteki de inanılmaz ölçüde öldürücü tutkuların sarmallarında kıvrandırırdı…Kısacası Afrodit’in Eros aracılığıyla gönüllerini yaktığı kurbanlarının listesi çok uzundu! Hiçbir güç, evrenin bu delişmen tanrıçasını bir yerde bağlı tutamazdı; ne Olimpos’ta, ne de yeryüzünde!…Ama Afrodit’in en sevdiği ve sevildiği yerler, Akdeniz ülkeleriydi. O yüzden bu ülkelerden hangisine gitse, yürüdüğü toprakların altında uyuyan tohumlar aniden çatlar ve ürpererek uyanan sular yeryüzüne çıkıp dağ bayır demeden, coşa coşa akmaya başlardı.Ve Akdeniz baştan sona bereket kesilirdi… Çünkü üremenin ve üretmenin tanrıçasıydı o. Gene bu arada Afrodit; en soylu ozanların, yanık müzisyenlerin, mermere can veren heykeltıraşların da en yakın dostuydu… O yüzden bütün bu sanatçılar, binyıllardır hep onun yaramaz dostu Eros’un saldığı o aşk kıvılcımlarıyla tutuştular ve o aşkla bestelerinde, resimlerinde, yonttukları mermerlerde en güzel Afrodit’i yeniden yaratmaya çalıştılar…
Yaşar Atan

Evrensel'i Takip Et