30 Kasım 2010 00:00

ALBATROS


Emir Kustarica, bir sinemacı, hem de olağanüstü bir yaratıcı. Linç edildi Antalya’da.
Yugoslavya’nın dağılma sürecinde, yanlış bir siyasal tercih yaptı. Belki de bir Boşnak olarak, o da kendi toplumunun bu imha sürecinde yaptığı hatalara aşırı ve haksız ağırlık vererek. Belki biraz da egemen gruba biat duygusu ile.
Bu vahim bir hataydı, hala bir özeleştiriyi her şeyden önce kendi kendisine borçlu.
Ama bir Sırp devlet Başkanı Saraybosna’dan sonra, Zagrep’te de özür dileyebildi, Sırp devletinin insanlığa karşı işlediği suçlardan dolayı.
Hatta Türk devleti de Saraybosna’daki özürden dolayı, pişkince kendine pay çıkardı. Biz yaptırdık havasına girdi.
Dilemesi bir asırdır bekleyen hayli özür, sıra olmuş kendisini beklerken.
Oysa, bundan acaba Türk devletinin çıkarması gereken hiç mi bir ders yoktu?
1990’lı yıllarda insanlığa karşı kendi işlediği suçları asla anımsamak istemedi, tam bir çifte standart ile.
Tekrar Antalya’ya dönecek olursak, siyasal bir toplantı olsa, protestoyu anlarım. Ama bir sinema festivaliydi yahu.
Romanları en iyi anlatan “Çingenelerin Zamanı” ile sinema tarihi içinde hak ettiği yeri aldı.
Böyle bir adamı ırkçılıkla suçlayabilir misiniz?
Ya “Babam İş Gezisinde Filmi”, siyasal tasfiyeciliğin, kişi kültünün bir çocuk gözüyle en güzel anlatımlarından biri değil miydi?
Yugoslavya ile SSCB’nin arasının açıldığı günlerde, “Stalinci” diye gözaltına alınan bir baba ve oğlun öyküsünü, çocuk gözüyle anlatıyordu.
Bu gerginlik sırasında Arnavutluk Tito’yu eleştirip bu gerginlik sırasında Sovyetlere destek verdi diye, Yugoslavya’da yaşayan Arnavut toplum, hayli ağır bir bedel ödeme zorunda kalmış, Türkiye’ye büyük bir göç dalgası yaşanmıştı.
Yugoslavya’nın dağılan birliğine umutsuzca sahip çıkma kaygısı, sonunda onun kendi toplumunun yaşadığı büyük acıya yabancılaşmasına neden olmuştu.
Ya o çılgın film, “Underground” toplumları bazen saran o sosyal histerinin, şiddetin en şiirsel, en güzel anlatımlarından biri değil miydi?
Sonra sıra büyük yazar Naipul’a geldi.
Yahu adam, bir edebiyat meclisi toplantısına davetli, bir siyasal toplantıya değil.
Ve yine linç kampanyası yürüdü.
İstanbul 2010’un bütün cilası gitti.
Bu toplantıyı hazırlayan ekibe ve koordinatör Ahmet Kot’a dayanışma duygularımı iletiyorum.
Naipul’un “A Bend in the River” adlı kitabını hayranlıkla okuduğumu hatırlıyorum.
Afrika’da sözde sömürgecilikten kurtulan, yeni bir ulus devletin halini anlatır bu romanda, hem oradaki çok renkliliği de vererek. Adım adım, bir “Ataafrikalı”nın, “bir milli şefin” ve kültünün yükselişini ve ülkede yeni sömürgeciliği ağlarının örülüşünü izlersiniz. Ve bir anlamda bunun evrimsel bir aşama olarak kurulan birçok yeni sözde “bağımsız” ülkede yaşandığını gözlersiniz.
İster misiniz, adama şimdi de “Ataafrikalicı”lar saldırmaya başlasın.
Naipul sömürgeciliği ve sonrasını algılamamıza olanak sağlayan bir yazar. Joseph Conrad gibi. Eğer “sömürge insanını” idealize etmediyse, bundan dolayı suçlanmalı mı?
Herkes Naipul’u okumadan, somut bir cümle aktarmadan, “mahkumiyetini” peşin olarak kabul ederek akıl yürüttü, bir tek Nilüfer Kuyaş, “Müminler Arası Kargaşa” adlı yazısında onun gerçekte ne dediğine değindi ve şu soruyu yöneltti:
“Fakat asıl sorum şu: Türkiye son zamanlarda niçin müminlik yarıştırmaya, Müslümanları kim kötülemiş bekçiliği yapmaya başladı? Böyle bir kültürel endişeye gerek var mı? Tam Naipaul’un kalemine layık bir durum.”
Ve bu işin başını, hangi duygu ile yaptı ise bilmiyorum, sevdiğim saydığım, “Doğu Şiirleri” ozanı, mükemmeliyetçi Hilmi Yavuz’un yapması beni daha bir şaşırttı.
Ona yakışmadı bu.
Bir yazarın diğer bir yazarı “kovdurması” hiç şık olmadı, Naipul gibi, Londra’larda felsefe tahsil etmiş Hilmi Beye hele hiç yakışmadı.
Sevmeyeni çoktur bilirim.
Sol ve Kemalist camiadan olmayan, yaşlı dostlarımdan biri, “Hilmi, kendi onur konuşması yapmaya çağrılmadığı için bunu dert edinmiştir” dedi.
Ve bir yazısını anımsattı, Özal’ın Bulgaristan’dan hayli yüksek fidye ödeyerek ülkeye getirdiği güreşçi Naim’i örnek göstererek, onun omuzlarda taşınmasına hayretini dile getirdikten sonra, “mesela ben Nobel alsam, beni böyle omuza alırlar mıydı” diye bir cümlesine atıfta bulundu.
“Herhalde katıldığı yeni camiada, değer ve öneminin yeterince fark edilmediği duygusu içinde.”
Ama eleştiri, özeleştiri kültürümüz olmadığı için, beğenmediğimiz bir yaklaşım söz konusu olduğunda, olabilecek en ağır, en inciltici kelimeleri seçiyoruz.
İsmet Özel-Hilmi Yavuz polemiği de bana bunu hatırlattı.
Tabii, ulusalcılardan gelen salvoları dikkate almıyorum.
Onlar hemen hazır ol, Kustarica ve Naipul’un yanında.
Her neyse, Yaşar Kemal, Hilmi Yavuz, Mehmed Uzun Nobel almadı ama, yine de bu, onların değerini azaltmadı.
James Joyce, Samuel Beckett, Kafka, Tolstoy, Brecht, Musil, Paseo ve daha niceleri de Nobel almadı.
Alınan, pekala kendini bunlarla da oranlayabilir!
Yugoslavya’nın dağılma sürecinde, yanlış bir siyasal tercih yaptı. Belki de bir Boşnak olarak, o da kendi toplumunun bu imha sürecinde yaptığı hatalara aşırı ve haksız ağırlık vererek. Belki biraz da egemen gruba biat duygusu ile.
Bu vahim bir hataydı, hala bir özeleştiriyi her şeyden önce kendi kendisine borçlu.
Ama bir Sırp devlet Başkanı Saraybosna’dan sonra, Zagrep’te de özür dileyebildi, Sırp devletinin insanlığa karşı işlediği suçlardan dolayı.
Hatta Türk devleti de Saraybosna’daki özürden dolayı, pişkince kendine pay çıkardı. Biz yaptırdık havasına girdi.
Dilemesi bir asırdır bekleyen hayli özür, sıra olmuş kendisini beklerken.
Oysa, bundan acaba Türk devletinin çıkarması gereken hiç mi bir ders yoktu?
1990’lı yıllarda insanlığa karşı kendi işlediği suçları asla anımsamak istemedi, tam bir çifte standart ile.
Tekrar Antalya’ya dönecek olursak, siyasal bir toplantı olsa, protestoyu anlarım. Ama bir sinema festivaliydi yahu.
Romanları en iyi anlatan “Çingenelerin Zamanı” ile sinema tarihi içinde hak ettiği yeri aldı.
Böyle bir adamı ırkçılıkla suçlayabilir misiniz?
Ya “Babam İş Gezisinde Filmi”, siyasal tasfiyeciliğin, kişi kültünün bir çocuk gözüyle en güzel anlatımlarından biri değil miydi?
Yugoslavya ile SSCB’nin arasının açıldığı günlerde, “Stalinci” diye gözaltına alınan bir baba ve oğlun öyküsünü, çocuk gözüyle anlatıyordu.
Bu gerginlik sırasında Arnavutluk Tito’yu eleştirip bu gerginlik sırasında Sovyetlere destek verdi diye, Yugoslavya’da yaşayan Arnavut toplum, hayli ağır bir bedel ödeme zorunda kalmış, Türkiye’ye büyük bir göç dalgası yaşanmıştı.
Yugoslavya’nın dağılan birliğine umutsuzca sahip çıkma kaygısı, sonunda onun kendi toplumunun yaşadığı büyük acıya yabancılaşmasına neden olmuştu.
Ya o çılgın film, “Underground” toplumları bazen saran o sosyal histerinin, şiddetin en şiirsel, en güzel anlatımlarından biri değil miydi?
Sonra sıra büyük yazar Naipul’a geldi.
Yahu adam, bir edebiyat meclisi toplantısına davetli, bir siyasal toplantıya değil.
Ve yine linç kampanyası yürüdü.
İstanbul 2010’un bütün cilası gitti.
Bu toplantıyı hazırlayan ekibe ve koordinatör Ahmet Kot’a dayanışma duygularımı iletiyorum.
Naipul’un “A Bend in the River” adlı kitabını hayranlıkla okuduğumu hatırlıyorum.
Afrika’da sözde sömürgecilikten kurtulan, yeni bir ulus devletin halini anlatır bu romanda, hem oradaki çok renkliliği de vererek. Adım adım, bir “Ataafrikalı”nın, “bir milli şefin” ve kültünün yükselişini ve ülkede yeni sömürgeciliği ağlarının örülüşünü izlersiniz. Ve bir anlamda bunun evrimsel bir aşama olarak kurulan birçok yeni sözde “bağımsız” ülkede yaşandığını gözlersiniz.
İster misiniz, adama şimdi de “Ataafrikalicı”lar saldırmaya başlasın.
Naipul sömürgeciliği ve sonrasını algılamamıza olanak sağlayan bir yazar. Joseph Conrad gibi. Eğer “sömürge insanını” idealize etmediyse, bundan dolayı suçlanmalı mı?
Herkes Naipul’u okumadan, somut bir cümle aktarmadan, “mahkumiyetini” peşin olarak kabul ederek akıl yürüttü, bir tek Nilüfer Kuyaş, “Müminler Arası Kargaşa” adlı yazısında onun gerçekte ne dediğine değindi ve şu soruyu yöneltti:
“Fakat asıl sorum şu: Türkiye son zamanlarda niçin müminlik yarıştırmaya, Müslümanları kim kötülemiş bekçiliği yapmaya başladı? Böyle bir kültürel endişeye gerek var mı? Tam Naipaul’un kalemine layık bir durum.”
Ve bu işin başını, hangi duygu ile yaptı ise bilmiyorum, sevdiğim saydığım, “Doğu Şiirleri” ozanı, mükemmeliyetçi Hilmi Yavuz’un yapması beni daha bir şaşırttı.
Ona yakışmadı bu.
Bir yazarın diğer bir yazarı “kovdurması” hiç şık olmadı, Naipul gibi, Londra’larda felsefe tahsil etmiş Hilmi Beye hele hiç yakışmadı.
Sevmeyeni çoktur bilirim.
Sol ve Kemalist camiadan olmayan, yaşlı dostlarımdan biri, “Hilmi, kendi onur konuşması yapmaya çağrılmadığı için bunu dert edinmiştir” dedi.
Ve bir yazısını anımsattı, Özal’ın Bulgaristan’dan hayli yüksek fidye ödeyerek ülkeye getirdiği güreşçi Naim’i örnek göstererek, onun omuzlarda taşınmasına hayretini dile getirdikten sonra, “mesela ben Nobel alsam, beni böyle omuza alırlar mıydı” diye bir cümlesine atıfta bulundu.
“Herhalde katıldığı yeni camiada, değer ve öneminin yeterince fark edilmediği duygusu içinde.”
Ama eleştiri, özeleştiri kültürümüz olmadığı için, beğenmediğimiz bir yaklaşım söz konusu olduğunda, olabilecek en ağır, en inciltici kelimeleri seçiyoruz.
İsmet Özel-Hilmi Yavuz polemiği de bana bunu hatırlattı.
Tabii, ulusalcılardan gelen salvoları dikkate almıyorum.
Onlar hemen hazır ol, Kustarica ve Naipul’un yanında.
Her neyse, Yaşar Kemal, Hilmi Yavuz, Mehmed Uzun Nobel almadı ama, yine de bu, onların değerini azaltmadı.
James Joyce, Samuel Beckett, Kafka, Tolstoy, Brecht, Musil, Paseo ve daha niceleri de Nobel almadı.
Alınan, pekala kendini bunlarla da oranlayabilir!
RAGIP ZARAKOLU

Evrensel'i Takip Et