27 Ekim 2013 00:04

Süreç odaklılık, çokluk, belirlenmemişlik, oluş

Süreç odaklılık, çokluk, belirlenmemişlik, oluş

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Bin yayla- Kapitalizm ve Şizofreni isimli çalışmalarında Gilles Deleuze ve Felix Guattari ilk kez sanat ve felsefe tarihi dışından ödünç aldıkları bağlamları toplumsal alanda kullanmak konusunda yürütülebilecek ve karşılaştırmalı bir haritalama çabasına olanak tanıyacak bir kapı aralarlar. Yine belki kısmen bununla ilgili olabilecek bir durum olarak Deleuze’un sinema gibi zaman sanatlarına ilişkin ilgisi sinematografik, göstergebilimsel ya da psikanalitik bir çözümleme çabasından değil yapıtların formu ve yapısıyla ilgilenmeye dönük zaman-biçim ilişkisine dayalı oluş’ları neredeyse kendiliğinden içine alan daha başka bir felsefi olan bir çabaya oturur.
Negri ve Hardt’ın İmparatorluk kitabında, Otonom Marksizm’e dönük literatüre de katkı sunan çalışmaları; Seattle 1999 olayları sonrasında Spinoza, Deleuze-Guattari, Foucault’nun üzerinden geçtiği bir hat yarattı. Ancak bu hattın, Negri-Hardt’ın ya da Otonom Marksizm’in okulundan değil de tek tek üstte adı geçen okulların bağlamı içinden bakıldığında oldukça bozulmuş (distorted) ve eğilip bükülmüş bir bağlamlar bütünü oluğunu söylemek mümkündür. Çünkü Negri ve Hardt’ın çabası her ikisinin de mükemmel entelektüeller olmalarına karşın sonuca yönelik, neredeyse‘apotheosis’e varan bir bakış açısının çabasıdır. Eski Yunanca ‘tanrılaştıma’, ‘ilahileştirme’ anlamına gelen bu sözcük sanatsal formlarda ‘sona yönelim’ eylemini vurgulamak için kullanılır. Apoteotik bir sanat yapıtında; hazırlanan bütün hareketler, süreçler, iniş-çıkışlar, hatta başlangıç ve en nihayetinde tüm yapı; yapıtın sonundaki büyük etkiye katkı sunmak için oluşturulan ve bu fonksiyondan azade kaldığında yerini yitiren parçalar durumuna düşer. Negri ve Hardt’ın başvurduğu düşünürler ve bağlamlar kendilerince belirli ilişkiler içerisinde olsalar bile işlevlerinden özenle tutularak belirli bir toplumsal amaç için eğilip bükülerek füzyonlanmıştır.
Diyalektik bir bakış açış söz konusu olmadığı için örneğin terimsel anlamda sentez kavramı  büyük ihtimalle bu çabaya uygun düşmeyecektir. Ancak hem oluş gibi Deleuze’cu denebilecek bir kavramı, hem biyo-politika gibi Foucault’cu bir kavramı, hem de yer yer Kant’ın minör bir okumasının iddiasını taşıyacak kadar ileri gidebilen hattıyla, “İmparatorluk” ile başlayıp “Ortak Zenginlik” ile sonlanan üçleme çalışması, eninde sonunda kullandığı bağlamları kendi işlevlerinden belli açılardan koparmak zorunda da kalmıştır. Aksi halde belki de yazılma sebebine ters düşmek zorunda kalabilirdi.
Bu çalışmalarda insanların devrimci potansiyelleri ile ilgili olarak en net olan söylem, çokluk denilen ve toplumsal dönüştürme gücü olan öznenin bildiğimiz anlamda bir özne olmaması daha doğrusu öznelliğin büyük bir auranın içinde esnek hale gelmesidir. İnsanı ait olduğu sınıfla, değişmeyen temel nitelikleriyle tanımlanmış bir kimlikler bütünü olarak değil; isyan halinde, çalışma halinde, ertesi güne hazırlanma halinde, neşe ve ıstırap halinde vs. yarattıkları oluşlar ve bir araya gelmeler tanımladığı çokluk kavramı, büyük ölçüde Deleuze-Guattari’den gelen düşünce biçimiyle insanın kimliğini daha da önemlisi öznelliğini belirleyen etkinin onun oluş anındaki durumu olduğu konusunda bir temel ortaya koyar. Ancak yine de bu tanım örneğin ödünç aldığı alan içinde daha ileri giderek bize çokluğun Deleuze’cu anlamda molar mı yoksa moleküler mi olduğunu söyleyemez. Hardt ve Negri’nin evreni pratiğe dönük ve sona yönelimli bir dönüştürücü hareket potansiyelini anlamak söz konusu olmadığında, yaptıkları çalışmalar sınırları gereği kullandıkları tüm bu bağlamlara ilgisini kaybeder. Dayandıkları temel bağlamlar böylece doğal olarak sona yönelimli bir anlama işlevinin içerisinde üretilebilirler. Örneğin çokluk kavramı, birbiri üzerine binen, belirlenmiş ya da belirlenmemiş olarak yan yana durabilen tekil yapılardan mı oluşmaktadır? Ya da birbiri içine girip tüm öznelliklerini kaybedebilen ve tam da bu yüzden dönüştürücü ve özgürleştirici olabilen bedenlerden mi meydana gelmektedir?
GEZİ
Tüm Gezi sürecinde karşısında merkezsiz, belirlenmemişliğe açık, davranışlarını önceden kestirilemeyen, bir sona yönelim senaryosu onaylayamadığı insanlarla savaşmak zorunda kalan Althusser’ci anlamdaki ‘devletin baskı aygıtları’ yine Althusser’ci anlamda ‘devletin ideolojik aygıtları’nı kendi içinde disfonksiyonel bir fazla mesaiye, görülmesi alışık olunmayan türden bir paniğe sevk etmiş oldu. ‘Camide içki içtiler’ söylemi bunun bir parçası olarak okunabilecek durumda. İşbölümü konusunda ‘güce karşı aynı türden güç’ denkleminde oldukça zafiyet sergileyen ve bu yüzden de özellikle kısa vadede ama genel olarak da tamamen ortak karar alma, söylem ortaklığı gibi konularda zorluklar da yaşayan Gezi hareketi belki de tam da bu ‘zafiyetler’ yüzünden iktidarın davranışlarını önceden kurguladığı apoteotik bir sürecin dışında kalmış oldu. Söz konusu ister birlikçi anlamda, isterse de merkez-çevre ilişkisi anlamında olsun süreç merkeze karşı merkezsizlik ve belirlenmemiş bir oluş olarak yaşandı. ‘Marj’ yani çevre ya da ‘öteki’, biz  adına ne dersek diyelim tüm bu bağlamlar bir merkez’e ihtiyaç duyuyorlar. Oysa bizler Gezi’de orada kimlerin olduğunu değil insanların orada dönüştükleri o anda oldukları şeyin dönüştürücü potansiyelleri olduğunu anlamaya yaklaşıyoruz. Bütün iyimserlikle insanlar gezi parklında ve sokaklarda hemen yanlarında yer alan entelektüellere, onların arkalarında değil de yanı başlarında olabileceklerini, ‘ergen’ olmak zorunda olmadıklarını; iktidara ise onun baskı aygıtlarının ötesinde ideolojik aygıtlarıyla da mücadele etmenin olanaklarında mahir olabileceklerinin cevherini göstermiş olmadı mı?

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa