22 Haziran 2014 08:13

Kendi uydurduğum şeye inanmak, anlatmanın ilk kuralı

Kitap okumak devrimci bir eyleme döndü. Belki hep devrimciydi... Karanlığa karşı aydınlığı simgeledi. Gezi’de iktidara karşı polis barikatının önünde sayfa sayfa açıldı... Salt kitaplardan değil hayattan, sokaktan, yaşadığımız çağın çıkmazlarından, kendi derdine değil de başkalarının derdine de yanmaktan geçtiğimiz güzide çağımız...

Kendi uydurduğum şeye inanmak, anlatmanın ilk kuralı
Paylaş

Ezgi GÖRGÜ

Kitap okumak devrimci bir eyleme döndü. Belki hep devrimciydi... Karanlığa karşı aydınlığı simgeledi. Gezi’de iktidara karşı polis barikatının önünde sayfa sayfa açıldı... Salt kitaplardan değil hayattan, sokaktan, yaşadığımız çağın çıkmazlarından, kendi derdine değil de başkalarının derdine de yanmaktan geçtiğimiz güzide çağımız... Ve bu çağa denk düşen bir kitap... “Olduğu Kadar Güzeldik” adlı öykü kitabıyla 60. Sait Faik Hikaye Armağanı’nı alan Mahir Ünsal Eriş... Kitaplarından girdik, Gezi’den çıktık. Kendi uydurduklarına inanırken, çocukça kalmayı başarabilmek... Daha neler neler... İşte muhabbetten arta kalanlar, olduğu kadar.

Yazı yazmaya ne zaman, hangi fikirle ve nasıl başladınız?
Yazı yazmaya aslında mevcut edebiyat faaliyetimden biraz önce başladım. Yani şöyle, askerlik sıkıntım vardı benim, her Türk erkeği gibi askere gitmem gerekiyordu, askere gitmemek için de kendimi akademik faaliyete verdim. Masterdı doktoraydı derken, ilk yazdığım şeyler tabii, ‘-maktadır’, ‘-mıştır’ diye biten cümlelerle dolu akademik makaleler oldu. Çoğunlukla merakı içerisinde olduğum akademik konularla ilgili deneme niteliğinde şeylerdi. Yazma faaliyetim böyle başladı. Altmıştan fazla yayınlanmış makalem var dergilerde, sağda solda. Ondan sonra, 30 yaşını geçince, hayatımda bazı köklü değişiklikler oldu. Bomboş, sadece masası olan bir evde bir başıma kaldım. Sıkıntıdan beni oyalasın diye bir şeyler yazmaya başladım. Hiç hikaye yazmak aklımda yoktu. Yani, herkesin ajandalarına yazdığı türden, iç dökme nevinden şeyler yazmak niyetiyle başlamıştım. Sonra yazdığım bu şeyleri bir hikayeye oturtmak ihtiyacı belirince işte öyküler çıktı falan, ondan sonrası zaten benden haberi olan herkesin bildiği hikaye.

Her hikaye okunduğunda kendi başından geçmiş hissi vermişsiniz. Bunu nasıl hissettirdiniz, sizin yönteminiz nedir yazarken?
Aziz Nesin’ in bununla ilgili esaslı bir açıklaması var, diyor ki aşağı yukarı; “Hikayelerimde anlattığım şeylerin başımdan geçip geçmediğini bana sık sık soruyorlar, ilk başlarda buna çok sinirleniyordum, sonradan bunun iyiye işaret olduğunun farkına vardım.” Hem öyle, hem de anlatacağım şeyin hikayesini inanana kadar yazmıyorum zaten, 2-3 hafta kafamın içinde gezdiriyorum, hemen yazamıyorum. O sürenin sonunda, sanki biri bana bir şey anlatmış da hayal meyal aklımda kalmış gibi bir şeye dönüşüyor. Böyle gerçeklik kazanıyor benim zihnimde yani. Kendi uydurduğum bir şey sonuçta, ama inanmak bence anlatmanın ilk kuralı. Sen inanmazsan başkalarını nasıl inandıracaksın ki bunun gerçek olduğuna!

Günlük dili kullanıyorsunuz, yaşadığınız yerdeki insanların konuştuğu dil, çocukluğunuzu geçirdiğiniz, büyüdüğünüz  yerlerin dili, değil  mi?
Şöyle anlatayım, Çanakkale Biga’da bir üniversite söyleşisine katılmıştım, benim annemin memleketi olan Biga’da. Orada bana gençlerden biri “Abi, Bigalılar’ın konuştuğu gibi yazmışsın” demişti. Sonradan bunun üstüne kafa yorunca haklı olduğunu fark ettim. Çünkü dil olarak annemin renklerini alıyorum, bir şeyi annem nasıl anlatacaktıysa öyle anlatmaya çalışıyorum, çünkü benim için yazdığım şeyleri annemin okuyabilmesi çok önemli.
Annemin dilinin müziğini de seviyorum, annem başka bir duyguyla başka bir armoniyle konuşuyor, o ruhu seviyorum ve edebi de buluyorum, onunla yazmaya çalışırken buluyorum kendimi. Bu bir refleks. Edebi değil belki ama insani bir refleks bence. 

Genelde çocukluktan kalma hikayeler var, hep çocukluğunuzu mu düşündünüz yazarken?
Yoo, hiç büyüyemiyorum. Yani hiç büyümediğim için de çocukluk bilgileri hep taze duruyor bende. Gençliğimin gidiyor olmasıyla barışabiliyorum, yani saçlarım ağarmaya başladı, yaşlanıyorum, iki merdiven çıkıyorum soluk soluğa kalıyorum, suratım buruşuyor, bununla barışabiliyorum, fakat çocukluğumun gitmesiyle bir türlü barışamıyorum. Çünkü gençken yaptığın birçok şeyi yetişkinken yapabilirsin, garipserler ama yapabilirsin.
Yani bir bara gidip çılgınca eğlenebilirsin altmış yaşındayken. Ama bir salıncağa binip ne kadar sallanabilirsin ki mesela?  “Hanım hanım kalk da çocuk sallansın,” derler. Dolayısıyla çocukluğun bir daha hiç geri gelmeyecek olması bende böyle bir telaş yaratmış durumda ve çocuk anlatmayı, çocukluk anlatmayı, çocukça anlatmayı seviyorum. Çünkü büyüyemiyorum, böyle çocukluğa takılı kalmış durumdayım. Hep yaşlanmakla bir kavgam var.


İSTANBUL İÇİN TROPİK BİR MEYVE

Ankara’ dan yazanların grup sözcüsü gibi oldum demiştiniz. Ankara’ dan yazanlar için nasıl bir tanımlama yaparsınız?
Bunu ben biraz şöyle görüyorum, mesela bize tropik bir meyve denettiklerinde biz bunu birbirmize şöyle anlatıyoruz; “Biraz kavuna benziyor ama sanki böyle şeftali gibi de” diyoruz. Çünkü o tat bizde yok, bizde verili bir tat değil o, dolayısıyla en yakın tat olarak tanıdıklarımıza benzeterek anlamaya çalışıyoruz. Bu biraz böyle bir şey, yani Barış Bıçakçı, Emrah Serbes, Şükran Yiğit, Sezgin Kaymaz, kısmen, ucu ucuna Hakan Bıçakcı. Bir şekilde Ankara yazarı sayılıyor olmalarının sebebi hepsinin İletişim Ankara bürosundan çıkıyor olması, bu bir. Dolayısıyla da her biri İstanbul için birer tropik meyve sayıldığı için hepsini birbirine benzeterek açıklama ihtiyacı duyuluyor. Hepimiz aynı editörlere veriyoruz dosyalarımızı, doğal olarak aynı editörün beğenisinden geçip kitap oluyor bunlar. Yani o editörün de belli başlı kriterleri, bir damak tadı olmalı ki onu oraya editör yapmış olsunlar. Dolayısıyla birbirine benzer bir lezzetinin olması şaşırtıcı değil.

HİKAYELERDEKİ ERKEKLERE İNSAN DİYE BAKMAK LAZIM

Anlattığınız hikayelerde iyi bir erkek olamama halinin sıkıntısını yaşayan bireyler var, ama toplum özellikle Gezi’ den sonra keskin çizgilerini kırdı, bir şeyi yapamıyorsa külahını önüne koyup kabul ediyor kendini ve ona göre çözüm yolları üretiyor. Ama öncesinde baştan kabullenme durumu, örnek alınan anne baba gibi olamama, kaybetme halleri vardı, bunun nedeni nedir?
Erkekliği tümden reddediyorum ki zaten. Toplumu ve onu bir arada tutan bütün bağları kadınla ve üretmediğimiz sürece bir süre daha erkekliğimiz de yalan. Üstelik o yere göğe sığdıramadığımız erkeklik, zaten o beğenmediğimiz kadınların anneliği altında gelişiyor. Küçümsediğimiz, toplumun dışına ittiğimiz, eksik etekti, yarım akıllıydı falan filan dediğimiz kadınların gölgesinde gelişiyor o erkeklik. Fiziksel farklılıklarımız elbette var ama bunun dışında kültürel kod olarak tanımlanmış erkeklik ve kadınlık rollerini kabul etmiyorum. Dolayısıyla hikayelerdeki erkeklere erkek diye değil, insan diye bakmak lazım, insanlık hali diye bakmak lazım.

GEZİ EDEBİYATIMIZI ZENGİNLEŞTİRDİ

Aslında hareket noktamız sadece Gezi değil, ancak sormadan da geçemeyeceğim bir konu, Gezi’ nin sizce edebiyata etkisi nasıl olacak?
Bildiğimiz en büyük toplumsal hareket o olduğu için diyorum, yoksa bizim bugüne kadar toplumsal hareket diyebildiğimiz büyük ölçekli şey, ya askeri darbe ya da onu takip eden olaylardı. İlk defa halkın kendi kendine, hiç kimseden herhangi bir işaret beklemeden, böyle gürül gürül sokaklardan akıp merkezde toplaşıp dünyayı değiştirmeye yönelik bir enerjiye dönüştükleri bir şey olarak görüyoruz. Dolayısıyla Gezi’nin bizim edebiyatımızı çok zenginleştireceğine inanıyorum ama bundan sonraki edebiyatta hep Gezi anlatılacak demek de değil tabii bu.

Peki neler anlatılacak?
Gezi’yle beraber biz neyin farkına vardık? Bizim gibi olmayıp yan yana durabileceğimiz başka insanların olduğunun farkına vardık. Bu mesele bizim için çok önemli bir şey.

Eksikler tamamlanmış gibi desek yerinde olur sanki...
Yani eksik olan herkes oradaydı ve hepimiz birbirimizi orada fark ettik. Müslümanlar namaz kılarken solcular etrafını güvenlik çemberine aldılar, bu inanılmaz bir görüntüydü. O yeryüzü iftarları misal… MHP’ lilerin çadırlarıyla Kürtlerin çadırları yan yana duruyordu. Şimdi bunları çok romantik bir şeymiş gibi anlatıyoruz ama bunlar bir memleketin tarihinde akla gelmeyecek şeylerdi. Bir kere yaşanan 90’ ları bir düşünsene, insanları asit kuyularına gömdüler canlı canlı, demek ki hakikaten toplumun dünyayı algılamasında ufak da olsa bir değişiklik oldu. Bu bir kıvılcım, bundan sonra bu yangının ne tarafa doğru gideceği hiç belli olmaz, kestiremiyoruz.

YOLDA BİR DE ROMAN VAR

Bir roman yazmaya başladınız  diye biliyorum Yeşilçam filmleriyle ilgili. Nasıl gidiyor yazma süreci?
Bana biri şey demişti: “Kozmos görür, kozmos duyar.” Eğer bir şeyle ilgileniyorsan o şeyle ilgili her şey önüne dökülmeye başlar. Hassasiyetin artıyor araştırdığın konuyla ilgili. Yeşilçam’ı gövdesine işlemiş bir hikaye anlatmayı istiyordum zaten. Nasıl olsa siyah-beyaz film azdır, onları seyreder, hepsine hakim olurum, kitapta konu etmesi kolay olur demiştim. Ama bin üç yüz tane film buldum. Bunlar sadece bulabildiklerim, bulamadıklarım da çok. Yani resmen bir şey oluyor, senin önüne seriliveriyor hemen. Şimdi onunla uğraşıyorum, filmlerimi izliyorum. Yazmaya da başlayacağım, yakındır. Önümüzdeki yıl biter herhalde.

ÖNCEKİ HABER

Tepeyi önce kim tırmanacak?

SONRAKİ HABER

Antalya\'da otomobil kanala uçtu: 4 ölü

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...