09 Şubat 2014 06:56

Sözümüzü Toros’un öte tarafına atmaya geldik!

Çukurova’nın toprağı yanıktır güneşten. İnsanı aynı güneşte kavrulmuş olduğu için sıcacık, içtendir. Oralarda kavrulmuş Oyuncu Caner Cindoruk da o sıcaklığı taşımış İstanbul’a. Hanımın Çiftliği’yle başlayan televizyon yolculuğu kült diziler kervanına şimdiden katılan “Aramızda Kalsın” la devam ediyor.

Sözümüzü Toros’un öte tarafına atmaya geldik!
Paylaş

Ayşen GÜVEN
Halil İMREK


Çukurova’nın toprağı yanıktır güneşten. İnsanı aynı güneşte kavrulmuş olduğu için sıcacık, içtendir. Oralarda kavrulmuş Oyuncu Caner Cindoruk da o sıcaklığı taşımış İstanbul’a. Hanımın Çiftliği’yle başlayan televizyon yolculuğu kült diziler kervanına şimdiden katılan “Aramızda Kalsın” la devam ediyor. Çukurova Üniversitesi Devlet Konservatuarında tiyatro okuyan oyuncu, yıllarca Adana Şehir Tiyatrosunda hem sahnede hem ardında yer almış. Televizyonun ışıltısı içinde o; Adana’dan gelirken getirdiği sinema ve tiyatroyla ilgili hayallerinin peşinde. İstanbul’da en çok kavrulmuş güney insanın samimiyetini özlediğini anlatan Cindoruk, “Kavga edecekse kavga eder onlar. Ama bunu inandığı için yapar” diyor. Hikayeci bir baba ve tiyatrocu bir amcayla yetişen oyuncuyla kendi hikayesini, başladığı yerde Adana’da konuşmaya başladık ve sürdüğü yerde İstanbul’da tamamladık. Yetiştiği coğrafyanın sıcaklığı oyunculuğuna olduğu kadar soğukta üşüdüğümüzü unutturan söyleşimize de yansıdı. Havalar soğuk siz de biraz ısınmak isterseniz buyrun...

“Aramızda Kalsın” için “İkinci Bahar”ın açtığı kuşaktan ilerliyor deniyor. Sizce bu önerme ne ifade ediyor?
Çok güzel bir referans elbette. Zaten ikisinin de senaristi Selin Tunç. Senaristimizin diğer işleri; “İkinci  Bahar”, “Yabancı Damat”, “Canım Ailem”di. Hepsinden önce ben seyirci olarak bu tarz komedileri çok seviyorum. Doğrusu çok fazla dizi takip etmiyorum. İş için bakmaya çalışıyorum. Ama böyle hikayelere rastlarsam kaçırmıyorum. Yaptığımız işteki iyi niyet ve sıcaklık yolumuzu çok açıyor. Oyuncu olarak da işime çok yaradı. Bir sürü şeye fazlasıyla yabancılaştığımız bu devirde böylesine basit ama içi dolu hikayelere çok ihtiyacımız var. Zaten dramalardan çok yoruldu insanlar. Bu sadelikte bir komedi yok aslında. Doğal komedileri ben çok seviyorum ve görüyoruz ki seviliyor da.

KENDİMİ BİR OYUNCU OLARAK YAŞAYAN BİR HİKAYEDE GÖRMEK İSTİYORUM

Televizyonlarda bu sıralar Amerikan uyarlaması diziler ya da bol acılısından edebiyat uyarlamaları ağırlıkta. İstisnaları bir kanara bırakarak soruyorum sen bu hali nasıl buluyorsun?
Sıkça söylüyorum bunu; bu ülkenin her yerinde bir sürü hikaye var. Belki de en çok hikayeyi içinde barındıran bir coğrafyada yaşıyoruz. Ben de bir hikayecinin oğlu olduğum için o gözle bakabiliyorum sanırım. Bu nedenle hem uyarlamaları hem de görkem/şaşa halini çok sevmiyorum. Neden kendimize dönmüyoruz, neden bu coğrafyanın hikayelerine dönmüyoruz, diye düşünüyorum. Ben kendimi bir oyuncu olarak, yaşayan bir dünyanın içinde görmek istiyorum. O yüzden içinde bulunduğum işi çok sahipleniyorum. Bir de bu uyarlamaların orijinalleri gayet iyi yapılıyor. Çünkü 40 dakika yapıyorlar. Biz o 40 dakikayı haydi 110-120 dakikaya çıkarıyoruz. Onlar sezonda 13 bölüm çekerken, biz 35 bölüm çekiyoruz. Üzerine kültür de uymayınca seyircide şaşkınlık yaratıyor.
Umarım sektör bunun farkına varır ve kendi hikayelerimize yeniden dönmeye başlarız.
Bir de televizyon işlerinde içinde bulunan herkesi en çok yıpratan süre meselesi. Ne zamanki biz süreleri kısmaya başlarız daha insani daha nitelikli işler çıkar.
 
Bugünlerde de şöyle haberler duyuyoruz; bir oyuncu sözleşmesine “günde 9 saat çalışacağım” maddesini koydurmuş, “şu paradan aşağısı olmaz” demiş diğeri, “haftasonu çalışmam” demiş bir başkası... Bunlar sektörde bir şeylerin değişmesine nasıl etki eder? Yahut eder mi?
Ama bunlar popülariteyle ilgili. Kişiden kişiye insandan insana değişmemeli bu koşullar. Daha geniş ve herkes için geçerli olmasını sağlayacak bir bakış açısıyla bir şeyler yapılmalı. Oyuncular sendikasının bu bakımdan çok önemli ve yol alan çalışmaları var. Ama “Starlıkla” ya da “bireysel” olarak çözülecek problemler değil bahsettiklerimiz. O biraz insanın kendini kurtarması. Saygı duyarım tabi ki insan öncelikle kendini korumak, kollamak zorunda. Ama sonuca bakarsak bu bir çözüm değil.

KADININ HALA YAŞAYABİLME, HAYAT KURABİLME ÇABASI İÇİNDE OLMASI ÇOK ACI VERİCİ

Dizide Gökçe Bahadır’la yaşadığınız aşk toplumsal kalıpların da dışına taşan cinsten. Örneğin, evlenmiş boşanmış ve çocuklu bir kadınla, hiç evlenmemiş, yurt dışında eğitim almış bir adamın birlikteliği. Geleneksel bir aile tipi içinde bu aşkın oldukça naif gelişmesi vs... Bu açıdan nasıl tepkiler alıyorsunuz?
Öncelikle hikayenin çok güzel bir sosyal sorumluluk duygusu var. Bu nedenle sizin bu tespitiniz de çok önemli. En çok olumlu tepki tam da bu noktadan geliyor zaten. Çünkü Doğu ya da Güney’e indiğimizde bunlar çok ciddi dertler olarak yaşanıyor. Kadının ayrılamaması, ayrılsa bile hayatını kuramaması, toplum baskısı; bunlar çok ciddi meseleler. Böyle böyle yumuşatılabilir. Bu tarz hikayelerle, sanatla, edebiyatla... Acı ki kadına değer verilmeyen bir dünyada yaşıyoruz. Dünya algısı da böyle. Bunun doğululukla, batılılıkla ilgisi yok.

Hatta bazen burada ihaleyi doğuya bırakmak batının elini kolaylaştırıyor gibi?

Kesinlikle. Ama artık kadının aklının tüm bir yaşamda sisteme değmesi ve orada olup-bitene ortak olması gerektiği zamanlarda yaşıyoruz. Çünkü biz çok yanlış hikayelerle, yanlış kültürlerle büyüdük ve kadın sorunsalı hâlâ bu anlamda çok zor bir yerde. Özellikle bir kadının hâlâ sadece yaşayabilme yahut da kendi hayatını kurabilme çabası çok acı verdi hep bana. Bu sıkıntı sadece ekonomiyle alakalı ya da yörelere ait/değişen bir problem değil bence. Gerçekten batıda da doğuda da çok başka şekillerde kadının ezilmişliği karşımıza çıkıyor. O yüzden kadına dair ne kadar çok iş yapılırsa bence o kadar başarılı oluruz.
 
YAŞADIĞIMIZ AŞKLA İDEALİZE ETTİĞİMİZ HİÇ AYNI DEĞİLDİR

Peki sahiden böyle aşklar kaldı mı?
Aslında ben de hayata biraz Civan gibi masalsı bakabiliyorum. O masalsılık ya da onun adına aşk diyeyim; o hiç insanın idealize ettiği ya da görmek istediği gibi bir duygu olarak yaşanmıyor. O 3 saat önce çok başka konuşurken aşık olduğunuzda “ben hayatta bunu yapmam” diyeceğiniz şeyleri yaptırabilen bir duygu olduğu için. O yüzden bence idealize ettiğimiz şeyle karşımıza çıkan şey hiçbir zaman aynı değildir. Ve o masalsılık bence hayatın her yerinde hep varolmuş bir şey. Olsun zaten öyle de olsun. (Gülüyor)

“Sansür” sanatla, televizyonla bir anılır oldu. Mesela sizin dizinizde yahu “bu muhabbete bira giderdi” diyoruz ama kola görüyoruz. İzleyicinin gerçeklik algısını zayıflatıyor mu bunlar?
Tabi ki zayıflatıyor. Ama ben şunu anlamıyorum; adamın kafasını kesmek, silahlar... Enteresan kafaları çok rahat yapıyorsun ve bu çok ilgiyle karşılanabiliyor ama dediğiniz gibi bir kadeh şarabı gösteremiyoruz.


BİZİM ORALARIN KAVGASINDA BİLE SAMİMİYET VARDIR

“Hanımın Çiftliği” çekilirken seninle, kendine münhasır Adana kenti ve elbette Çukurova çok konuşuldu. Bağrı yanık o kentten İstanbul’a gelince ne oldu?
İlk yıllar çok zorlandık. Biz 4 arkadaş geldik İstanbul’a. Bir kere birbirinden çok farklı coğrafyalar. Güney taraflarında insanlar daha sıcak kanlı. Kavgasında bile samimiyet vardır. Gözü karadır, kavga edecekse kavga eder. Ama ona inandığı için yapar. Sevgisini, nefretini, her şeyini daha yoğun yaşar. Bizim burada en çok zorlandığımız iletişim problemiydi. Mesela bizim oralarda birine bir adres sorarsanız işi yoksa sizi oraya götürür bile. Ama burada o kadar hız hakim ki o hızın içinde birçok duygu yitip gitmiş. Samimiyeti kaybediyoruz. Yani hayat hani biraz daha sıcak ve samimi olabilir. Neyse bu hali tanıma evresi bizi çok yordu. Ama şimdi daha alışmış ve keşfetmiş durumdayım. Bu bahsettiklerimin yanında çok da güzel bir şehir.


GELECEĞİN KADİR  İNANIR’IYIM DEMEM

İlk televizyonda görüldüğünde Kadir İnanır’ın veliahtı söylentileri gündeme gelmişti. Sonrasında Elveda Katya’da onun gençliğini oynadın, birlikte çalıştın. Hem benzetildiğin için hem de birlikte çalıştığın için neler hissediyorsun?
Kadir abiyle oynadığımız filmde ben sadece konuk oyuncu olarak gençliğini oynayacaktım. Sonra o  gençliğini de benim oynamamı istemiş. Senaryoyu bile okumadan kabul ettim valla. Sonuçta 40-45 yıl bir sektörün içinde kalabilmek ve var olabilmek. Tabi ki, çok zor. Hani onunla tanışmak, çalışmak onu gözlemlemek tabi ki genç bir oyuncu olarak benim için çok kıymetli.

Geleceğin Kadir İnanır’ıyım der misin?

Demem.


TİYATRONUN EGOSUZ YAPILDIĞI YERLER...

Baban edebiyatçı amcan oyuncu. Onlardan referansların nasıl?
Şanslı olduğumu düşünüyorum. Çünkü Seyhan Belediyesi’nde oyun izleyerek, oyunların mutfağında, orayı görünce çok ilgimi çekmişti. O büyü çabucak içine aldı beni. 17 yaşımda da ilk profesyonel oyunuma Şehir Tiyatrosunda çıktım. Yaklaşık 10 yıl Adana Şehir Tiyatrosu’nda bir sürü oyunda oynadım. Amcamın Şehir Tiyatrosunda genel sanat yönetmenliğini yapıyor olması; tabi ki hayatımı kolaylaştırdı.

O istedi mi peki?
Başta istemedi. Ama beni izledikten sonra “yok yok; sen bu işi yapacaksın belli” dedi. Ertesi yıl bu sefer o geldi teklifle. Babam da benim başka bölümü okumamı istedi. O sanatından para kazanamadı hiç. Bir nevi Orhan Kemal gibi... İşletme okudum üniversitede. İyi ki okumuşum; çünkü üniversitede tiyatro toplulukları ile tanıştım. O ruh hiçbir devlet tiyatrosunda ya da hiçbir Şehir Tiyatrosunda yok.

Nedir oradaki ruh?
Üniversitede başka başka bölümlerden gelen insanların sadece sevdiği için bir şey koşturuyor olmaları ve o asi bakış açısı. Tiyatronun egosuz yapıldığı yerlerdi.


UMUDA, ADANA’YA, YILMAZ GÜNEY’E SELAM FİLMİ ÇEKECEĞİZ

Tiyatroda en son Pandanın Hikayesi’ni yaptınız. Var mı yeni bir oyun?
Onun planlamasını yaptım aslında bu yıl; çünkü geçen yıl çok yoruldum bu anlamda. Bu yıl dizi yapıyorken oyun çıkmış olsaydı oynamaya devam ederdim ama yeni bir oyun çıkarmam biraz zor olacaktı. 4-5 teklif aldım çünkü. Rolün hakkını veremeyeceğim için geri çevirdim. Ama sanırım mayıs gibi yeni bir oyuna başlayacağım ve yazın oyunu çıkarıp sezona yetiştireceğiz.

Nerde?

Yeni açılan Moda Sahnesi’nde.Ola ki bir aksilik olmaz ise Kemal Aydoğan’la.

Sinemada var mı bir şey?

Evet, şu aralar, sinemada dizi yaptığım için olamıyorum. Ama yaz için görüştüğüm birkaç proje var. Bir tanesini çok sevdim. Ben bu İstanbul’a sinema için geldim aslında. Tiyatro, sinema yapmak için. Babadan da kalma bir sinema sevdam vardır.

Bir röportajında babanın öyküsünü film yapacağını söylemişsin. O ne durumda, çekiyor musun?
Biz o senaryoyu 3 defa yazdık. Kendimiz beğenmedik yazdığımız şeyi. Şimdi daha profesyonel bir şey yapmak istiyoruz. Çünkü senaryo çok başka bir şeydi ve babamın öyküsünü biz aşağı çektik sanırım. Profesyonel destek aldık. Yeniden senaryo yazıyoruz. Önümüzdeki sene o filmi çekmek gibi bir derdimiz var. Sadece benim yaptığım bir şey değil bu. Ablamın, benim arkadaşlarımın ilgilendiği bir şey. Bir 90’lı yıllar Adanası, varoş hikayesi. Umuda, Yılmaz Güney’e, Adana’ya selam gönderen bir filmle sinema hikayemize başlamak istiyoruz. Çok uzun ve yorucu uğraşlar bu yüzden acele etmiyoruz; içimize sinene kadar.


EDEBİYAT İLE SİNEMA KOPARILMIŞ

Orhan Kemal’in eserlerinin sinemaya, televizyon dizilerine uyarlanmalarında aslına uygun yaklaşılmadığı eleştirileri yapılıyor. Orhan Kemal’in “Hanımın Çiftliği” adlı aynı eserinin dizi uyarlamasında oynadınız. Bu eleştiriler hakkında ne düşünüyorsun?
Hiç bir uyarlama bire bir eserin aynısını yansıtamaz, beklentiyi karşılayamaz. Özellikle sinemasını yapmak gerek. Sanat sinemasında edebi esere daha yakın bir durum söz konusu olur. Dizide ister istemez olaylar farklılaşıyor. Orhan Kemal’in eserine bağlı ilerlemiyor. Televizyon dizisinin iş yapabilmesi için farklı yan konular bulup olayın bir güzel süslendiği ve reytingin yükseltildiği yaklaşım öne çıkıyor. Bunlara rağmen ben karşı değilim. İnsanlar artık televizyon izliyor. Orhan Kemal’den haberdar olmayanlar açısından bir tanıma imkanı sunması bile az şey değil.

Orhan Kemal’in doğumunun 100. yılı vesilesiyle sinemanın edebiyattan beslenemediği bunun eskiden daha çok olduğu şeklinde bir tartışma da yapıldı. Sen bu tartışmaya nasıl katılırsın?
Çukurova Kitap Fuarında biz de “Edebiyattan sinemaya Orhan Kemal” panelinde bu meseleyi konuştuk. Özellikle Ercan abi (Kesal) bu konu üzerinde durdu. Eskiden sinema daha çok edebiyattan beslenirdi. Edebiyatçılar senaryo yazardı ya da edebi eserler sinemaya uyarlanırdı. Bugün edebiyat ile sinemanın ilişkisinin koparılmış durumda. Buda sinemayı daha kısır ve kuru hale getiriyor. Edebiyatın sinemaya açılması ve sinemayı beslemesi gerekiyor.

Orhan Kemal’in, başkaları tarafından televizyona, sinemaya uyarlanan eserleri olumsuz eleştirilerle de karşılaşıyor. Ancak mesela Yılmaz Güney kendi yazdıklarını kendisi uyarlamış: Duvar filmi, “Pencere camı, iki ekmek ve soba istiyorum” gibi. Yazar kendisi uyarladığında da hikaye başkalaşıyor. Bu durumda yazarların tepkisini nasıl yorumlarsın?
İkisi farklı işler mutlaka. İyi bir senaryo kötü bir yönetmenin eline düşünce kötü çıkabiliyor. Ya da iyi bir roman kötü senaryolaştırılabiliyor. Biraz kendi dünya görüşün, yaklaşımın, ne vermek istediğinle ilgili. Edebiyat okuyucuyu daha serbest bırakıyor. Sinema görüntüye, fotoğrafa döktüğü için ister istemez bir sınırlama getiriyor. Böylece romanını, öyküsünü okuduğumuz edebi eserin sinemaya uyarlanması, bizim tasarladığımızla doğal olarak aynı olmuyor. Ben edebi eserin, senaryonun doğru insanlara teslim edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Doğru yapımcı, doğru yönetmen, doğru oyuncular, doğru müzik olmalı.
 

ÖNCEKİ HABER

‘Yukardan bakmak-sokaktan bakmak!’

SONRAKİ HABER

Mısır\'da Sabbahi adaylığını açıkladı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...