24 Kasım 2013 07:47

Mülk sahibi olmak ya da olmamak!

Başrollerini Kemal Sunal ve Özlem Onursal’ın paylaştığı ‘Kiracı’ filminde, bir memurun sevdiğiyle evlenebilmesi süreci, aslında “evlenme” sözcüğünün en geniş anlamıyla birlikte ele alınmaya çalışılıyor.

Mülk sahibi olmak ya da olmamak!
Paylaş

Ömer Furkan ÖZDEMİR

Mülkiyetten yoksun olup olmama “hal”inin, bir ülke sınırları içerisinde “yaşayan” o ülke “yurttaş”ının barınma ihti- yacını karşılamak üzere bir “ev” sahibi olması veya olamaması durumunda özgünleşmesiyle günlük yaşamımızda somutlanan “kiracılık” kavramıyla kendi yaşamı boyunca bir kimlik düzeyinde özdeşleştiğini düşünen, okurun henüz okumaya başladığı yazının yazarının zihninde -babasının “gurbetçi” olmasından kaynaklı, çocukluğunun geçtiği bir ülke olmasından ileri gelmesi muhtemel bir şekilde- ilk canlanan sembol, Libya’nın –isyancı gruplar tarafından öldürülen- eski devlet başkanı Kaddafi olmaktadır.
Okurun da bildiği gibi 1969’da bir askeri darbeyle iktidara gelen Kaddafi’nin sosyal politikalarının ilk sıralarında “konut hakkı” yer almaktaydı ve “herkesin oturduğu ev kendisinindir” şeklinde özetlenebilecek kararnameyle çözüm yolunda önemli bir adım atmıştı. Bir berberi kabile mensubu olan Kaddafi’nin babası ise ülke genelindeki yetersiz konut sayısının arttırılması için devletin başlattığı konut yapımı ve teslimi sürecinde kendisine sıra gelmeden bir “bedevi çadırı”nda hayata gözlerini yummuştu. Kaddafi’nin ülke dışı ziyaretlerinde gittiği her yere bedevi çadırıyla gitmesinin “folklorik” anlamını da aşan bir sembol olmasının altında yatan temel nedenin, babasının “evsiz” ölmesini anlatması, her türlü subjektiviteyi barındırmakla birlikte bu yazar için oldukça önemlidir.
Kiracılık ve mülkiyet meselesini tartışmak isteyen bir yazıya “Libya” ile başlamaktaki amacımız elbette okurun kafasını karıştırmak değildir. Belki biraz uzun bir giriş olmuştur ancak yazımızın sonunda bu “giriş”i önemli kılan bir detaya değineceğimizin sözünü vererek derdimizi anlatmaya başlamak için -kahve içmek ve Ezginin Günlüğü dinlemek dışında- en iyi yaptığımızı düşündüğümüz (aslında/belki de -ve evet- zannettiğimiz) şey olan “film izleme”nin yardımına başvuralım: Türk sineması açısından kiracılık deyince yazarın ilk aklına gelen film olan Orhan Aksoy’un 1987 tarihli “Kiracı” filmi…

‘EV’LENMEK

Başrollerini Kemal Sunal ve Özlem Onursal’ın paylaştığı filmde, bir memurun sevdiğiyle evlenebilmesi süreci, aslında “evlenme” sözcüğünün en geniş anlamıyla birlikte ele alınmaya çalışılıyor. Yüksek kiralar, 1980 sonrası neoliberal politikalar ekseninde şekillenen “yenilenen konut piyasası”, aç gözlü ev sahipleri ve ülkeyi yönetenlerin “eksiklik”leri ekseninde gelişen hikaye örgüsünden geriye, yazar açısından filmi ve aslında yazının konusunu en iyi özetleyen bir sembol olarak, belki de filmi izleyen her izleyicinin zihninde yer edinmiş olan şu diyalog kalı- yor: -baba, hacı bey’in nesi var? -evi var kızım, evi var!
Orhan Aksoy, senaristi de olduğu mevzubahis filmimizde, Hobbes’un devletin başlangıcıyla temellendirdiği ve yine devlete biçtiği görevlerle meşruiyet kazandırdığı “mülkiyet” olgusunu yine Hobbes’un bakış açısıyla düşünmüş müdür bilinmez ancak sinemadaki ustalığı önünde bu satırların sahibinin saygıyla eğildiği bu emektar yönetmen, hemen tüm filmlerinde olduğu gibi “Kiracı”da da devletin rolünü devleti yöneten yöneticilerin kişisel tasarruflarıyla sınırlıyor ve konu edindiği “konut hakkı/barınma hakkı” ekseninde yöneticilerin hatalarını eleştiriyor. Oysa sorun sadece bundan mı ibaret? Soruyu biraz daha “açarak” soralım: “Ev sahibi” ol(a)mayan yurttaşların “kiracı” sıfatıyla yaşadıkları barınma sorunu sadece “hatalı devlet yöneticileri”nin “yanlış konut politikaları”ndan mı kaynaklanıyor? Yine bu “hatalı yönetici”lerin göz yumduğu “kötü niyetli ev sahipleri”nin ve/veya “konut piyasası”nın şekillendirdiği “yüksek kira”ların önlenmesi mümkün mü? Son olarak böyle bir “mümkünat”ın gerçekleştiği koşullarda yurttaşların barınma sorunu kalıcı olarak çözümlenebilecek midir?
Türkiye’de hane olarak kullanılan toplam konut sayısının 17 milyonun üzerinde olduğu bilinmektedir. Yine TÜİK’in il bazındaki raporları ve güncel ülke nüfusu ekseninde konutlardaki “hanehalkı büyüklüğü” ise 4’tür (3,8). Son 4-5 yıldır Türkiye’de “konut piyasası” üzerinden ekonomi programlarında ahkam kesen “bir kısım uzman”ların tartışmalarını “konut fazlalığı”na zemin oluşturan “kaçak” ve/veya “gecekondu” olgusundan –inşaat sektörünün büyümesiyle bağlantılı olarak- “yatırım amaçlı konut alımı”na çevirmeleri ve gün be gün televizyonlardan gözümüze sokulmaya çalışılan bilmem ne konutları, vb. reklamlarla evrilen sürecin bizatihi kendisinin topyekün kaldırılıp kaldırılmaması noktasında kalmaktadır; “yurttaşların barınma sorunu”nun bir mülkiyet hakkı değil de bir sosyal hak olarak ele alınıp kalıcı olarak çözülebilmesinin anahtarı…

ASIL SORUN ÖZDEKİ ÇELİŞKİDE!

Bu yüzdendir ki Kiracı filminde ele aldığı sorunun hayati önemini izleyiciye layıkıyla ulaştıran Orhan Aksoy, sorunun çözümünde ise adresi yanlış yerde aramıştır. Ve ama örneğin ekonomik-toplumsal sistemin yarattığı “eşitsizliği” bir başka önemli boyutuyla ele aldığı ve bunu da “insanca yaşamaya dair” önemli metaforlarla vermeye çalıştığı “Aile şerefi” filminde de aslında önemli bir yerden yakaladığı “konut mülkiyeti” sorunun kaynağını sermaye sahipleri ile emeğiyle geçinenlerin çelişkisinde ortaya koymuş ve “Yaşar usta”nın unutulmaz sözleriyle sembolleştirerek geriye kalanı ise izleyiciye bırakmıştır. Aslında tam da bu noktadan devam ederek açıklamamızı netleştirebiliriz: Bu yüzdendir ki “taşınabilir kişisel eşyalar dışındaki” mülkiyeti bir “hak” olarak kendisinden önceki toplumsal sistemlerden devralarak “tüm yurttaşlara eşit olarak tanıyan” kapitalizm; kendi özünde yatan “çelişki”nin de hem bir kaynağı hem de bir sonucu olarak yeniden ve yeniden yaratmaya devam ederek “eşitsizlik ve sömürü” üzerine kurulu işleyişini devam ettirmektedir. Kendi barınma ihtiyacını bir kez karşılayan bireyin artık bir “rant geliri” elde etme amacıyla yöneldiği “konut talebi”nin neticesinde şekillenen “konut piyasası” elbette ki “kiracı”nın olmadığı koşullarda asıl anlamını kaybedecektir. Bugün Türkiye’de -son zamanlarda popüler hale gelen bir tabirle- “inşaat ya resulullah” zihniyetinin şekillendirdiği ve “konut piyasası”nı yeniden yapılandırmanın aracı olan “rant yaratma” politikaları da aslında işaret edilmeye çalışılan ekonomik işleyişin bir dayatmasıdır ve “her şey”de olduğu gibi “bu şey”de de kapitalist paradigma hakimdir. Ve bu yüzden değil midir zaten ABD’de 2008’de patlak veren “mortgage krizi”nin sonucu olarak binlerce ve binlerce konutun “piyasa değeri” olan milyarca doların bir gecede “buharlaşması”? Ve yine bu yüzdendir ki sorunu “mülkiyet hakkı” olarak ele almaktan kurtulamamış Kaddafi’nin –diğer uygulamalarının tartışmaları bir yana- ortaya koyduğu “çözüm” de 1990’larla birlikte sarsıntı geçirmeye başlamıştır. Çünkü konut mülkiyetinin bizatihi kendisi “konuttan yoksun olma” haliyle birlikte varolmaktadır.
Ve son olarak aslında bu yüzdendir ki bir bütün olarak mülkiyetin toplumsallaştırıldığı koşullarda ister bir ülke sınırları içerisinde yaşasın isterse de sınırların şu ya da bu şekilde kalktığı bir dünyada var olsun, her insanın insanca yaşama hakkının vazgeçilmez bir parçası olan “barınma hakkı” sorunu da bütün toplumun kalıcı olarak birlikte çözebilmeyi başarabildiği bir unsur haline gelebilecektir.

ÖNCEKİ HABER

Kimse sazendelerden bahsetmiyor

SONRAKİ HABER

Yeldeğirmeni penceresinden yeni bir ufuk

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...