5 Şubat 2023 15:00

Dilek OMAKLILAR
İzmir

Ercan Kesal “Cebimdeki Ekmek Kırıntıları” kitabında Yenal Bilgici’nin sorularını yanıtlıyor. Kesal, insanın nasıl dünyanın bir parçası gibi hissedebileceğini, insanın “tüketici” olarak konumlandırılışını, birbirinden habersiz senaristlerin neden aynı anda aynı hikayeyi yazdığını anlatıyor. Bunlara yanıt ararken, “Sağ salim eve dönmek” ama öğrenerek, arayarak dönmek öncelikli meselesi. Biz de Ercan Kesal ile hem bu kitabın ve “ekmek kırıntılarının” hikayesini hem de Kesal’ın bir hikaye anlatıcısı olarak kendi yöntemlerini konuştuk.

Kitabın ismi Hansel ve Gretel masalındaki ekmek kırıntılarından geliyor. Peki neden bu metaforu tercih ettiniz?

Yenal Bilgici benden bir sunuş yazısı istedi. Aslında kitabın hazırlayıcısı o. Ben sadece konuştum diyebilirim. Sunuşu yazarken tüm bu yaptıklarımız, yazdıklarımız, işlerimiz; bunlar neye yarıyor, neye dönüşüyor diye düşündüğümde görüyorum ki bunlar aslında insanın cebine koyduğu kırıntılardan başka bir şey değilmiş. İnsan cebine bu kırıntıları niye koyar? İşte senin sözünü ettiğin Hansel ve Gretel’in ormandan eve dönebilmek için ormana serpiştirdikleri kırıntılar, onların izi, tekrar geri dönebilme şansı… Ben de herhalde evime geri dönmeye çalışıyorum. Bütün derdim sağ salim eve dönmek. Kastettiğim şey masumiyet çağı. İnsanın evi neresi? Bütün kederlerinden, sıkıntılarından birtakım kirlenmişliklerden, yıpranmışlıklardan azade bir yer. Çocukluk sanki orası; saf, insanın altın çağı. Ama oraya dönme şansınızı da kendiniz yok ediyorsunuz. Kırıntı dediğimiz şeyler biraz da bizim geleceğe dair tahayyüllerimiz, garanticiliklerimiz, birtakım küçük hesaplarımız, korkularımız, doğallığımızdan vazgeçmemiz. O yüzden ormandayız, kaybolmuşuz, masumiyet çağına dönme şansımız yok. Ormandan kastımız da kent, bu hayat.

‘ARTÇI ŞOKLARI FENA YAŞAYACAĞIZ’

Cebinizde ekmek kırıntılarıyla devam ettiğiniz bu yolculuk nasıl başladı?

Okumakla, kelimelerle başladı. Okuduklarım, dinlediklerim meğer çok kıymetliymiş. Çünkü sizden öncekilerin size hesapsızca verdiği bir armağan bu. Yani Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’i bir insanlık mirası; Kafka, Tolstoy ya da Çehov… Sadece Rus klasikleri değil tabii, Kemal Tahir iyi ki yaşamış bu topraklarda; Nâzım’ın şiirleri mesela, bundan daha büyük bir miras olabilir mi? Onlarla hemhal olmak, onları sürdürebilmek ve o hafızanın bir devamı olabilmek, parçası olmak. Ben de o yolculuğun içerisinde yer almaya adayım. Ben de istiyorum ki benden sonraki adım, onların ahvadı olarak sıralansın. Sözünü ettiğim ölümsüzlük değil, sadece içinde yaşadığımız hayatta bir anlamda bulunmak.

Bir filmin güncesini tuttuğunuz Evvel Zaman kitabını da hatırlatmak istiyorum. “Hayat bir öğrenmeler manzumesi” diyorsunuz ve bu kitabınızda da yaşamınızdan günce sunuyorsunuz. Bu güncelerde özellikle üstünde durduğunuz kavramlar var, okul gibi…

Okul meselesine çok kafayı takan birisiyim; öğrenme, öğrenci-öğretmen ilişkisi, mekan olarak okul ya da hayat olarak okul… Son 10 yıl içerisinde yüzlerce lisede ve üniversitede konuşma daveti aldım, gitmeye çalıştım, çok sayıda öğrenciyle, öğretmenle hemhal oldum. İyisiyle kötüsüyle, bakiye olarak hayal kırıklığıyla geldiğim noktadayım. Eğitim öğretim olarak çıta çok aşağıda. Bunun sonuçlarını, artçı şoklarını çok kötü yaşayacağız.

‘YENİ KÖYE ESKİ ADET’

Bu hayal kırıklığı neden ve bu dönem nasıl bu hale geldi?

Belki yaşadığımız ekonomi politiğin bu hale gelmiş olması da entelektüel vasatı bu hale getirdi. Çölleştirdi ya da iktidarların tercihi böyleydi. Ben çok bilinçli bir müdahalenin olduğunu değil de aslında bilmemezliğin getirdiği, yanlış politikanın getirdiği bir sonuç olduğunu düşünüyorum. Yaşadığımız çağ bütün ulusları, milletleri tek bir kavramın içine sıkıştırdı. Bu ekonomik globalizasyon, uluslararası tekeller, dünya sermayesi beraberinde kültürel bir globalizasyonu da getirdi. İnsan bir tane tanıma sıkıştırılıyor: Tüketici. Kapitalizm bu hale getirdi. Her şeye tüketmek ve kâr niyetiyle yaklaşan bu hastalıklı düzen eğitimi de kültürü de bu hale getirdi. Ama hâlâ umutluyum ve bulunduğum yerde neyin değişip dönüşebileceği niyetlerimi de ifade ediyorum.

Evvel Zaman örneğini verdin, oradan devam etmeliyim. Daha çok vaktimi geçirdiğim ve kendimi orada ifade ettiğim sektör sinema. Kamera arkasında olmak, yönetmenlik yapmak. Sonuçta yaptığınız şey usta-çırak ilişkisi. Bizden öncekilerin yaptıklarını seyrediyoruz ya da onların setinde yer alıyoruz. Onların üzerinden kendi üslubumuzu oluşturacak yol-yöntem arıyoruz. Bu yüzden bir hafızanın devamıyız aslında. Evvel Zaman’da Bir Zamanlar Anadolu filminin güncesini tuttum. Bir film nasıl oluşturuluyor, senaryo nasıl yazılıyor, mekanlar nasıl seçiliyor, set nasıl bir yer, sette insanın başına neler gelir… Örneğinin olmadığını görünce de üzüldüm. Yaptığımız şeyin bilinmesini istedim. Keşke her işle ilgili kayıt tutsak. Bizden sonrakiler için bir güfte sebatı oluştursak ve onlar üzerinden daha hızlı yol alsalar. Okula da böyle bakıyorum. Bir yakın arkadaşımın ifadesidir bu, “Yeni köye eski adet getirilsin istiyorum.” Eskinin usta-çırak ilişkisinin hakim olduğu, öğretmenin başat öge olduğu, her yaştan eğitimin hâlâ mümkün olabildiği bir hayalim var. Onun bir parçası olmak istiyorum.

‘ORTAK METAFOR OBRUK’

Kitapta, son dönemde yönetmenlerin birbirinden bağımsız “obruk” metaforunu kullanışına değinmişsiniz. Bunu neye bağlamalı, son dönemde habersizce ortaklaşılan metafor neden obruk?

Sanatçılar duyarlı insanlar. Zaten onları başkalarından farklı kılan da bu. Bu yüzden yaşadıkları coğrafyayla, iklimle ilgili bazı belirtileri, bulguları daha erken fark ederler. Bu da anlaşılır bir şey. Benim orada özellikle altını çizdiğim şey obruk metaforu oldu. Ortak hassasiyetlerin olmasına şaşırmadım, ortak metaforun obruk olmasına şaşırdım. Obruğun temsil ettiği şey çökme hali. Yukarıda bir şey yok zannedersiniz ama bir anda dev bir toprak parçası aşağı doğru kaybolur gider. Türkiye’nin entelektüel ya da sosyoekonomik fotoğrafında sanki her şey yerli yerinde, hatta fazlasıyla şık, çünkü plazalarla, otoyollarla, köprülerle, alışveriş merkezleriyle süslediğiniz bir fotoğraf var. Ama ağır bir entelektüel çöküntünün aşağıda bizi beklediğini hissediyorum ve üzüntüm bu. Benim obruk diye tarif ettiğim tam da bu çöküntü alanı. Yukarıda işler yolunda gidiyor gibi gözükse de aşağıda ağır bir cehalet, aymazlık, hadsizlik ve bir entelektüel kısırlık var. Arkadaşların çektiği filmlerdeki metafordaki gibi obruk, ancak herhalde böyle tarif edilebilir. Sanatın politik bir kaygısı olmaz, yapıp ettiğimiz her şey politik olmasına rağmen. Siyaset ağırlığını taşımaya kalkarsa eğer; gerçekliğini, samimiyetini kaybeder. Bu yüzden kaba slogancı politik bir sanat hiçbir zaman ilgimi çekmedi, üretenlerinden biri olmadım. Ama işinizi samimi, koşullanmalardan uzak, didaktik olmayan bir şekilde yaparsınız zaten yeterince politik olursunuz.

‘KAMERA ARKASINDA İYİ HİSSEDİYORUM’

Bir “hikaye anlatıcısı” olarak, edebiyat ve sinema alanlarındaki üretimlerinize de baktığımızda hikayenizi en çok hangisinde daha güçlü ifade ettiğinizi düşünüyorsunuz?

İkisi de çok etkileyici. Değiştirici, dönüştürücü güce sahip. Edebiyat tek başına bir şey, yapayalnızsınız; bir kaleminiz var elinizde, bir de kafanızda dolaşan düşünceler. Sinema her ne kadar yönetmen sanatı olsa da çok bileşenli bir iş. Bir sürü insanı, ögeyi bir araya getirip bir dünya kuruyorsunuz. Kitapta tek başına yaptığınız şeyi filmde yüzlerce kişiyle yapıyorsunuz ki bu çok daha zor bir yolculuk. Galiba her iki tarafta olmakla da şanslıyım. Hem kamera arkasında işin senaryosunu kurarken, o dünyayı yazarken yer aldım hem onu oynarken yer aldım. Bütün bunları bir araya getiren kişi olabildim, Nasipse Adayız filminde. Kendimi en iyi herhalde kamera arkasında hissediyorum. Edebiyattan vazgeçmeyeceğim ama ürettiğim işler daha çok yönetmenlik tarzıyla olacak diye düşünüyorum.

‘KENDİMLE MEŞGULÜM’

Peki, Rimbaud’un sözüyle “Ben, bir başkasıdır aslında” diyen Kesal’ın kendisiyle derdi nedir?

Kendimi suçlayabilirim, alkışlayabilirim. Başkalarına haksızlık etmemek için kendimle meşgulüm. Senaryo yazarken sık sık başımıza gelir… Kendimize “Ben olsam ne yapardım, nasıl davranırdım?​” diye sorarız. Meğer insan en az kendini tanıyormuş. Bir çeşit keşfedilmemiş ada gibi… Sorduğunuz kişi Ercan Kesal’ın ötesinde bir başkasıdır aslında… İşimi kolaylaştırıyor, hızlıca sorular sorabiliyorum ona. Onunla olan meşguliyetim sürecek.

Derdim ne diye soracak olursan… Aslında hepimizin derdinden başkası değil. Bu dünyada niye yaşıyoruz, bütün bunlar başımıza niye geliyor, niye benimle böyle bir söyleşi yapıyorsun? Bir derdiniz var ki buluştuk sizinle ve ben sana bir şeyler anlatıyorum. Bizi dinleyenlerin de muhtemelen bir derdi olacak. Bu dert sadece bir sorun anlamında değil. Dünyadaki varlık nedenimizle alakalı, varoluşsal bir şey. Biz buradayız, varız, bu dünyanın bir parçasıyız demek için… Daha güçlü bir dert olabilir mi?

Evrensel'i Takip Et