08 Ocak 2017 00:01

‘Ne zaman bitecek bu azap, yarını olmayan günlere kaldık’

Evrensel İzmir muhabiri Özer Akdemir İzmir’de yaşanan bombalı ve silahlı saldırıyı yazdı.

Paylaş

Özer AKDEMİR

1998 yılının Mart’ı. Yer Manisa Batıkışla 1. Piyade Er Eğitim Tugayı. Hava buz gibi. Tepesi bulutlardan görünmeyen Spil dağından sulu sepken bir yağmur geliyor. Dağın eteklerine kurulu askeri kışlada sabah içtiması için bekleyen askerlerin üzerine sicim gibi yağıyor. Yüzlerce acemi er, henüz daha eskimemiş, üzerlerine oturmamış parkalarının içinde, sıfır numaraya vurulmuş saçlarının üzerine bol gelen şapkalarının kenarlarından süzülen yağmur damlalarından korunmaya çalışıyorlar. Duruşlarını bozmadan boyunlarını içeri çekiyor, tüfeklerinin ucundan tutan çıplak ellerini parkalarının koluna gizliyorlar.

İstiklal Marşının ardından içtimayı alan komutan ayrılıyor birliklerin başından. Bir kaç dakika sonra iki yıldızlı bir üst teğmen, hışımla hâlâ hazır olda bekleyen askerlerin arasına dalıyor. En ön sıranın arkasındaki bir askere önce sert tokatlarla, sonra bacaklarına tekme ile vuruyor. “Sen niye marşı okumuyorsun lan” diye bağırıyor bir taraftan da. Küfrün bini bir para! Buz gibi yağmur altında kara kuru kavruk benizli askerin yüzü kıpkırmızı oluyor tokatlardan. Kepi bir tarafa uçuyor, tüfeği düşüyor elinden. Soğuktan yanakları yanmış, kulakları soyulmuş, dudakları çatlamış askerler duruşlarını bozmadan, korkarak, göz ucu ile izliyorlar dayağı. Belki vurduğu tokatlar yüzünden eli acıdığından, belki yorulduğundan üst teğmen duraklıyor biraz. Soluk soluğa kalmış. Şaşkın, korkulu iri gözlerle kendisine bakan askerin yakasına yapışıyor iki eliyle. Küfrederek soruyor yine “Neden söylemiyorsun marşı?” Askerde bir gariplik var. Korku dolu gözleri yuvalarında dönüyor, çaresiz bakışları komutanın yüzünden yanındaki askerlere kayıyor. Duymuyormuş, anlamıyormuş gibi sağına soluna bakınıyor. Üst teğmen garipliği geç de olsa fark ediyor. “Kim bu? Nereli” diye soruyor yanındaki askere. “Komutanım o Türkçe bilmiyor” diyor asker korku dolu kısık bir sesle. Üst teğmen nihayet bırakıyor askerin yakasını. Öfkesi geçiyor ama otoriteyi de elden bırakmıyor. “Alın götürün bunu, elini yüzünü yıkasın. Bu yaşa gelmiş nasıl öğrenmemiş Türkçeyi?” diye söyleniyor ardından.

O dayak yiyen askerinde aralarında olduğu 8-9 asker, acemilik eğitiminin sonuna kadar öğrencim oldu. Birlikte askerlik yaptığı erlerden 10 yaş büyük, eğitim fakültesi mezunu “sakıncalı piyade” olarak bölükte Türkçe bilmeyen Kürt askerlere okuma-yazma öğretmekle görevlendirildim. Her biri doğu-güneydoğunun en yoksul köylerinden gelmiş, çoğu okul-öğretmen yüzü görmemiş, kara saçlı, kara gözlü gencecik Kürt çocukları okuma-yazma öğrettiğim (birçoğu çat-pat öğrendi o bir-iki aylık sürede) ilk ve son öğrencilerimdi...

***

Antalya yolcusu arkadaşımla Konak’ta bindiğimiz metrodan Halkapınar’da indik. Onu havaalanı trenine yolcu ettikten sonra, eve gitmek için aktarma yaptığım otobüste aldım patlama haberini. Çoğu okullarından yeni çıkmış elleri kitap - defter, sırtları çanta dolu liseli öğrenciler birbirlerine patlamayı anlatıyorlar, sosyal medyada dolaşan fotoğrafları gösteriyorlardı. Telefonla iyi olduğunu söyleyenler, ağlayanlar, mesajlaşanlar...

İnip başka bir otobüsle 10 dakika ilerideki patlamanın olduğu Adliye tarafına geçtim. Yoldaki kalabalıkta da aynı endişeli bakışlar, patlamanın olduğu yöne doğru giden ya da o taraftan gelip bir an önce uzaklaşmak için koşturan insanlar. Polis patlamanın ve çatışmanın olduğu bölgeyi ablukaya almış, onlarca sivil-resmi ekiple kuş uçurtmuyor. Havada iki polis helikopteri sürekli bölgeyi tarıyor.

İki saldırganın çatışmada öldürüldüğü, kaçan bir saldırganın daha olduğu söylentileri yayılıyor emniyet şeridinin berisinde biriken kalabalıktan. Bir mübaşir ve polis memurunun da yaşamını yitirdiği geçiyor sosyal medyada hızla yayılan haberlerden. Öldürülen saldırganların yanlarında uzun namlulu silahlarıyla, araç diplerinde yatan ölülerin fotoğrafları var internette...

Adliye çalışanlarının, avukat ve yargıçların, hatta haber izlemek için o bölgeye sıkça giden biz gazetecilerin aşina olduğu bir yüz yaşamını yitiren polis Fethi Sekin. Çevresinde, çalıştığı bölgede, sevilen, neşeli, nüktedan bir insan. 1973 Elazığ doğumlu. Polis okulu yıllığında “hoş gülüşlü Gakkoş” diye yazılmış fotoğrafının yanında. Bir başka özelliği daha var Sekin’in; adliyede Kürtçe bilirkişi olarak görev yapıyormuş. Kürt’müş Fethi Sekin!

Aklıma Manisa Piyade Er Eğitim Tugayı geliyor. Türkçe öğretmeye çalıştığım Kürt gençleri. Sanki onlardan üçü birbirlerinden birkaç metre uzaklıkta yatıyorlarmış gibi buruluyor yüreğim. İkisi saldırgan birisi polis memuru!..

Çalıştığı odanın penceresinden bakarken kör kurşunlara hedef olan Tekel’den emekli, 5 yıldır mübaşirlik yapan bir Can’da yolun karşısındaki Adliye Sarayı’nda bir odada cansız yatıyor.

Acılar ikliminden geçiyoruz ne zamandır. Ne zamandır, göğümüzden hüzün bulutları, dilimizden yanık ağıtlar eksik olmuyor. Anaların yüreğinin dağlanmadığı bir güne uyanmayalı kaç yıl oldu? Kaç yıl?...

Kederin kaderleri olduğu, göğü, dağı, ovası yanık bir ülke mi bırakacağız çocuklarımıza? Ne zamana kadar bin yıldır bir arada yaşamış kadim halkların birbirine kırdırılması çabalarının umarsız izleyicileri olacağız? Ne zamana kadar kardeş kardeşi öldürecek...

“Ne zaman bitecek bu azap, yarını olmayan günlere kaldık”...

ÖNCEKİ HABER

Özgürlük nöbeti ya da umut dayanışması

SONRAKİ HABER

Yılbaşı tatili deliliği

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa