Zehra Çiğdem ÖZCAN
Zamanında saman kağıt çok kullanılırdı, hatırlarsınız; çünkü beyaz kağıt daha pahalıydı. En çok da devlet kullanırdı bu saman kağıdı. Sadece saman kağıt değil, saman kağıttan yapılmış zarflar da kullanırdı devlet. Bütün bildirimlerini de -özellikle isyankar memurlarına karşı- bu sarı saman zarflarla yapardı. Sarı bir zarf tebliğ edilen her vatandaş, bu zarfın devletten geldiğini ve devletten geldiğine göre de ortada netameli bir durum olduğunu anlardı. Sarı zarf devlet, devlet resmiyet, resmiyet ise duruma göre değişen ve bazen de bir cezayı içeren bir “buyruk” demekti. Kısaca sarı zarfın kendisinin tek başına bir anlamı vardı. Sanırım artık pek az kullanılıyor.
Kayıttan anladığımıza göre “Ne yaptı bu devlet size! Türk’ün gücünü göreceksiniz!” naralarıyla haykırıp duran asker/komutan, yerde ters kelepçeyle yatırılmış tutsaklar tarafından yüzünün görülmesini istemiyor ve hepsine “Bana bakma, yere bak!” talimatı veriyor. Ama bu talimat komutanın kişisel çekincesi ile mi ilgili yoksa başka bir anlam mı taşıyor, düşünülmeli. Resmiyet ya da resmi söylem kişilerden azade çünkü. Sarı zarfın taşıdığı sembolik anlam bu kez komutanın sesinde ve söyleminde beliriyor. Ses, sesin içerdiği şiddet, tehdit ve buyruk, bunların vücut bulduğu komutanın kendisinden bağımsızlaşıyor. Bu resmi söylem, o anda orada olan komutan tarafından dillendirilse de, tutsakların görüş alanının dışında ve hiçbir şekilde göremedikleri bir başka resmi yetkili tarafından hoparlörden yankılansa da aynı anlama gelebilir ve aynı etkide bulunabilir. Dolayısıyla resmi buyruk bunu dillendiren resmi kişilerden bağımsız, tek başına bir etkiye ve güce sahip. Sesin tutsaklar üzerinde yarattığı etki ile sarı zarfın muhatabında yarattığı etki, aynı resmi güçten kaynaklanıyor; somut bir yetkilide cisimleşmesi gerekmiyor. Bu noktada 12 Eylül döneminde tutsaklara söyletilen İstiklal Marşı da halihazırda bu komutanın söylemi ile büyük ihtimalle aynı etkiyi yapıyordu. Çeşitli şekillerde dile getirilen devlet gücü ve resmi söylemin tutsaklarda yarattığı savunmasızlık hali. Kim bilir belki de komutan “Bana bakma, yere bak!” diye bağırırken aslında şunu demek istedi: “Beni görmek demek yüzümü görmek demek değil. Ben devletim, devlet de ben. Burada, şu anda devlet bende vücut buldu. Orada o anda da başka birinde vücut bulabilir. O nedenle benim yüzümün ve bedenimin hiçbir anlamı yok. Anlamı olan tek şey devlet ve resmi görevli olarak devlet adına söylediğim resmi söz.”
Devletin kendisi -artık büyük ölçüde unutulmuş ve sorgulanmaz olsa da - kocaman bir kurgudan ibarettir. Öyle olmamış olsa idi ayakta kalmak için süregiden bir şiddete ihtiyaç duymazdı. Başka bir deyişle, meşruluğunun temeli olarak şiddeti kendinde meşrulaştırmaz ve şiddeti tekeline almazdı. Kısaca şiddet yoluyla yaşamazdı.
Geniş anlamda demokrasi devlete yabancı bir kavramdır ama, devletin varlığı ve devamlılığı için elzem olan meşru şiddetin kapsamı, sınırları, esnekliği ve yoğunluğunun derecesi, o devleti demokrasiye az ya da çok yaklaştırır ya da uzaklaştırır. Kendini korumak için de her zaman meşru şiddeti kullanır, az ya da çok.
Varlığını korumak isteyen hiçbir devlet de kolay kolay bölünmeye, özerkliğe vs, razı olmaz. Bu konuda ısrarcı olunursa o meşru şiddet tekeli yoluyla sınırları belirler ve sınırın ötesine geçilmesine kesinlikle izin vermez. Ama “demokrasi” sözcüğü lugatında asgari düzeyde de olsa hiç yer etmemiş TC gibi devletlerde her zaman meşru şiddet tekelinin sınırları -demokrasinin yokluğuyla ters orantılı olarak- genişler, esner ve yoğunlaşır. Bunun sonucu olarak da, “bölücüler” başlığı altında TC’nin, meşru şiddeti azami sınırına vardırarak Kürtlerin analarından emdikleri sütü burunlarından getirdiğine tanık oluruz, olduk.
Ama şimdi başka bir şeye de tanığız. Kürtlerin özgürlük mücadelesi konusunda otuz yıldan fazla zamandır TC tarafından “ulusal bütünlük” gerekçesi ile artık kopacak kadar esnetilerek uygulanan şiddetin, artık herhangi bir gerekçe gösterilmeden uygulandığına tanığız. Çoktandır rutin hale gelen bu aşırı şiddetin ulusal bütünlük gerekçesine dahi gerek duyulmadan HDP’nin parlementoya girişinin bedeli ve Türkiye halkı için alternatif olma potansiyelinin engellenmesi için kullanıldığına tanığız. Artık meşru şiddetin gerekçesi ortadan kalktığı halde, aşırı şiddete dönüşmüş bu meşru şiddetin gerekçeden bağımsızlaşıp yasal bir siyasi partinin tepesine zorla etkilendiğine tanığız. Meşru şiddetin aşırı şiddetin sınırlarına çoktan ve çoktandır dayanmış olmasına ve artık hiçbir şekilde meşru olmamasına rağmen, hiçbir beis görülmeden HDP’yi yok etme çabasının aracı olarak kullanılmasına tanığız.
Ağzı ve dili kendinden bağımsız olmayan ve devlet adına konuşan o komutanın “Ne yaptı bu devlet size?!” derken -o çok alışık olduğumuz, hatta ezberlediğimiz söylem olan- Kürtlerin “nankörlüğünden” ve “bölücü” kimliklerinden bahsettiği apaçık ortada elbette. Göstere göstere insanların tepesinde boza pişirirken, doksanların söyleminden bağımsız ve “ulusal bütünlük” e atıf yapmayan bir cümle kurulamaz, çünkü devlet de olsa şiddetini gerekçelendirmek ve meşru bir zemine dayandırmak zorundadır. Çoktan aşırı hale gelmiş meşru şiddetin gerekçesi olarak da kimse, hiçbir devlet erkanı ya da erbabı da “HDP’nin altını oymak, halkın kendi geleceği için umut vaadeden bir alternatifin kökünü kazımak için sizi yerlerde süründürüyoruz” diyemeyeceğine göre, devletin verdiğine razı olmuş ve nankörlük etmeyen, birliği ve beraberliği her zaman savunan vatandaş profilinin dışına çıkıldığını beyan ederek hem şiddetini, artık gerekçesi bu olmasa da, doksanların söylemi zemininde meşrulaştırmış, hem de aşırı şiddetinin kılıfını hazırlamış oluyor.O söylem en son o komutanda buldu ifadesini. Belki de o komutanın tek derdi hala “bölünemez bütünlük” tür, kimbilir? Önemli de değil zaten. Sonuç olarak, her durumda halihazırdaki niyete hizmet ediyor.
Velhasıl, komutan bize yüzünü göstermiyor ama devletin sesi her zaman kulaklarımızda çınlıyor. Uzaktan bile saman kokusunu duyduğumuz o sarı zarflar gibi.Gerekçeye inanıp inanmadığımız önemli değil devlet için. Önemli olan devletin sesine kulak verip vermememiz. Ağzından ateş saçan ejderhalar her zaman devletin altında çünkü, bizim değil.
Evrensel'i Takip Et