4 Mart 2007 01:00

Bu yılın başından beri hep aynı konuyu işliyorum: Seçim yılında olduğumuzdan, birbirimizi uyarmalı ve çıkarlarımızı korumalıyız. Böyle bir etkileşimde benim payıma düşen görev, ilgi alanım itibariyle, ekonomik gidişat ile siyasîlerin açıklamaları arasındaki farkı okuyucularla paylaşmaktır. Bu görevimi yerine getirirken, doğal olarak, kendi görüşlerimi ve duygularımı da yazılara aktarmış oluyorum. Bugün de aynı çizgide görüşlerimi paylaşırken, çok derinden hissettiğim bir algılamamı ve duygumu da sizlerle paylaşmak durumundayım: Niteliksel olarak yıpranan siyasetçi profili ve yozlaşan siyasetin erittiği devlet adamlığı!
Siyasetçiler, seçimlerden önce birbirleri ile rakip konumda oldukları halde, seçildikten ve hükümet oluşumundan sonra artık rakipsiz bir konuma gelir. Seçildikten sonra, siyasetçinin üzerindeki ana kısıt anayasa ve yasalardır. Tabiatıyla, muhalefet ve çeşitli toplumsal odaklar da iktidarı zorlayan bir merkezdir, ama sonuçta ipler iktidarın elindedir. Muhalefetin haklı eleştirileri iktidara yol gösterirken, haksız suçlamaları iktidarı fazlaca zedelemeden, halkın değerlemesinde olumsuz haneye yazılır. İktidar, günümüzdeki AKP gibi mutlak iktidar konumunda olup, çok güçlü ise, o ülkenin siyasetine kararsız denge hakim olur. Zira, çok partili sistemlerde oluşan tek parti hakimiyeti, tek partili sistemlerdekinden çok daha baskın ve tehlikeli bir nitelik kazanır. İşte böyle bir ortamdır ki, siyasetçiyi hızla yıpratarak, devlet adamlığını yoz siyasetçiliğe dönüştürür.
Seçim yılında böyle bir yozlaşmanın çok tipik görüntüsünün bir veçhesi de, iktidar gücünü kullanarak halkı yanlış bilgilendirmektir. Böylesi uygunsuz siyasal faaliyetten birkaç örnek vermek gerekirse şunları kamuoyu ile paylaşabilirim. Önce, teamüllere aykırı olarak, başbakanın açıkladığı 2006 Bütçe uygulamasına bir göz atalım. Bütçeye koyulması gereken bazı harcama kalemlerinin ötelenmesi ve geçici gelirlerle beslenmiş bir yapay durumla 2006 Bütçe uygulamasını son otuz yılın en olumlu uygulaması olarak halka sunulması, en hafifinden, etiksel bir siyasal davranış olarak görülemez.
Bu konuda başka bir örneği de ünlü ihracat patlamasını oluşturmaktadır. Son yıllarda büyük ihracat patlaması yapıldığı ileri sürülerek, gelecek dönemlerde Türkiye’nin hiçbir sorunu kalmayacağı siyasilerce ifade edilmektedir. Hatta, başbakan bir konuşmasında Avrupa’da kullanılan televizyon alıcılarının büyük bölümünün Türk malı olduğunu söyledi. Aynı şekilde, yegâne ihraç ürünümüz olarak gördüğümüz tekstil ihracatımızda ya da araba ihracatımızda da önemli hamleler olduğu halkımıza anlatılmaktadır. Oysa, herhalde başbakan da çok iyi biliyor ki, Türk malı dediği televizyonların ya da arabaların büyük bölümü aslında ithal girdi ürünüdür. Bunun anlamı şudur ki, net iç katma değeri düşük olduğundan, patladığı ifade edilen ihracatın nimetlerinden geniş halk kesimleri, kobiler ve emekçiler pay alamamakta, buna karşın, içeride dışlanan üreticiler aleyhine, dış üreticilere ve toplumlara istihdam olanağı yaratılmakta ve gelir aktarılmaktadır. Bir ülkenin başbakanı ya da siyasetçileri böylesi göstermelik bir durumu halkına gururla anlatabilir mi!
Siyasilerin diğer bir iddiası da, iç tasarruf yetersizliğine dayanarak, işsizlik, teknoloji ve carî açık sorunlarının çözümü için yabancı sermayenin gerekli olduğu yönündedir. Oysa, siyasiler son birkaç yılda ödenen dış faiz tutarına baksalar, bu rakamın bile inanılmaz desteklerle davet edilen yabancı sermayenin önemli bir bölümüne ulaşmış olduğunu görür. Siyasiler, halka yanlış bilgi vererek onları yönlendirmeye çalışacağına, niye bu faizleri ödediğimizi, şimdi de niçin yabancı sermayeye bu kadar köle olduğumuzu düşünüp, halkın karşısına öyle çıkmalıdır!
Bu olguların yansıdığı diğer bir aldatmaca konusu da yüksek carî açıktır. Carî açığın sürdürülebilir mi sürdürülemez mi olduğu konusunda tartışma ortamının toz-dumanında, bu sorunu gizleyebilmek ve geleceğe atabilmek için sıcak para girişi, dış yatırım ve yabancılara emlâk satışı ve yabancılara özelleştirmeler gibi tüm işlemler mubah görülmekte ve halkımıza öylece yansıtılmaktadır. Böyle bir siyasal davranış, temsil edilen halkların çıkarı ile örtüşmez!
Siyasî manevraların düğümlendiği diğer bir alan da, enflâsyonun denetlendiği aldatmacasıdır. Enflâsyonun baskı altında tutulabilmesi için, içte üretici güçlerin baskılanması ve carî açığın yükselmesi pahasına, yüksek faiz ve düşük kur politikasının ısrarla sürdürülmesi gerekmektedir. Çünkü, bu faaliyetler sürdürüldüğü sürece, derinleşen iç kanamalara ve yaygınlaşan yoksulluğa karşın, enflâsyon kontrol altına alınmış, ihracat artmış ve milli gelir yükselmiş gibi görülmektedir.
Yukarıda kısa kısa dile getirilen ve halklar aldatılarak sürdürülen politikalar ve benzeri daha birçok uygulama kapitalist iç ve dış sömürücüleri palazlandırırken, iç üretimi ve istihdamı çökertmekte, milli gelirin yükseldiği görüntüsü verirken gelir dağılımını bozmakta ve yoksulluğu yaygınlaştırmaktadır. Hal böyle iken, böylesi bir icraattan övünçle söz etmek, maalesef, burjuva siyasetçilerinin ihtiyacıdır. Zira, halkı uyutma görevini üstlenmiş olan medya da söz konusu sömürücü burjuvazinin elinde ve hakimiyetindedir. Ama bu icraat ve gidiş halkın çıkarına değildir. Bu seçim yılı, işte bu gidişi kırarak, birbirine kenetlenmiş siyasal tümörü tahtından indirip, siyaset arterini burjuvaziden halka çevirmek açısından çok önemlidir. Bu gidişi değiştirmek de halkın elindedir. Yeter ki, biraz daha bilinçli ve stratejik davranalım!
İzzettin Önder

Evrensel'i Takip Et