2 Mart 2008 00:00
ankara mektubu
10 Şubat tarihli Ankara Mektubunda, doğup büyüdüğüm Keçiören bağlarında, çocukluk yıllarında yaşadıklarımdan ufak bir bölümü anlatmış, burada yerleşmiş Kürt ailelerin delikanlı çocuklarının futbol ve voleybol takımlarının kaptanı falan olduklarından söz etmiştim.
Birkaç gün önce telefon eden bir okur, niçin Kürtlere vurgu yaptığımı, takımlarda hiç mi Türk bulunmadığını dostça ve nezaketle sordu.
Ben o yazımda sadece, çocukluk yıllarımda köken sorunu yaşamadığımızı, hep birlikte oyun oynayıp hep birlikte gülüp eğlendiğimizi anlatmak istemiştim. Yoksa hem futbol, hem de voleybol takımlarında Kürt de vardı, Türk de vardı, Ermeni arkadaşlarımız da vardı; ama hiç kimse yumruğu ile göğsüne vurup Yaşasın Türkler, Yaşasın Kürtler ya da Yaşasın Ermeniler! diye bağırmıyordu. Ancak ileriki yıllarda oldukça/uyandıkça bu ayrımın kökünde yatan sosyal ve ekonomik nedenleri öğrendik.
Bu kadarcık sosyoekonomik ukalalıktan sonra gelelim asıl başlığımıza ve tenis kortlarının kısa tarihine.(!)
Bütün spor alanları gibi tenis kortunu da ilk kez Keçiörende gördüm. Bu kort belki de Çankayada bulunan sefaretler (büyükelçiler) dışında yapılan ilk korttu. Zamanın seçkinlerinin oturdukları Keçiörende olması da bir bakıma normaldi. Öyle ya, başbakanlık ve dahiliye vekilliği yapmış Recep Pekerin büyük oğlu Fazıl ağabey ve diğer çocukları ile en az sekiz on mebusun oğulları ve kızları arkadaşlarımız arasındaydı.
Kort, son duraktaki Kır Gazinosunun geniş ve ağaçlıklı bahçesinin en ucundaydı. Otlarının yolunması, sağının solunun düzeltilmesi gibi hizmetleri görmek biz ufaklıklara aitti. Zemini silindirleme işi, mahallemizin en güçlülerinden olan Suphi Gürsoytraka düşüyordu. Adaleli kollarıyla ağır silindiri ancak o yuvarlayabiliyordu. Sonraki yıllarda Yüzbaşı Suphi Gürsoytrak ismini, 27 Mayısı gerçekleştiren genç subaylar arasında herhalde anımsayanlar vardır.
Tenis alanında en çok mülkiyeyi yeni bitirmiş genç Nahiye Müdürü ile hali vakti yerinde olan ailelerin çocuklarının oynadıklarını anımsıyorum. Burası bize yasak değildi ama bizim ne beyaz şortumuz vardı ne de beyaz lastik ayakkabılarımız. Raket ve tenis topu sahibi olmak ise bizim için ulaşılamayacak bir lükstü. Kaldı ki şort lafını bile çok sonraları duyup öğrenmiştik. Tek tük de olsa sonradan bu bağ köyüne taşınmış ailelerin kızlarının da şort giyip tenis oynadıklarını anımsıyorum.
Keçiören yolu üzerinde yapılan Yüksek Ziraat Enstitüsü, kademe kademe yükseltilen geniş taş merdivenleri ve bahçesiyle o yıllarda gördüğüm en muhteşem bina idi. Devrin büyükleri, bahçenin sonuna yaptırdıkları tenis kortu ile hem bu ihtişamı daha cafcaflı hale getirmişler, hem de sağlam kafa sağlam vücutta bulunur önsözünü hayata geçirmek istemişlerdi. Biz ufaklıklar çoğu kez Keçiören otobüsüne Enstitü Durağından biner ve kortun tel örgüsüne abanarak, beyaz şortlu ve beyaz gömlekli ağabeyler ve ablaları hayranlıkla izlerdik.
Gel zaman git zaman devran değişti ve her şey gibi tenis alanları da orta halli mahalleleri terk ederek varlıklı semtlere kayıp gittiler: Çankaya ve Kavaklıdere semtlerinde mesken tuttular. Bu mahallelerdeki tenis kulüplerine öyle her isteyen elini kolunu sallayarak giremiyordu. Kulübe üye olmanız gerekiyordu; yani bu tenis işi paralı ve külfetli bir uğraş haline gelmişti.
Günlerden bir gün, yıllardır Keçiörenli delikanlılara hizmet eden emektar bir tenis topunun canı sıkıldı ve alanın açık kalan kapısından yavaşça sıvışarak kente doğru yola çıktı. Atlaya zıplaya yaptığı bu çetin yolculuğun sonunda, sora soruştura Kavaklıdere Tenis Kulübüne ulaştı. Yüksek duvarlar ile çevrili alanın içini bir türlü göremiyordu. Duvarın etrafını dolandı, önüne geniş bir kapı çıktı. Üzerinde iri harflerle yazılı levhayı heceleyerek okudu ÜYE OLMAYAN GİREMEZ yazıyordu. Şaşkın top bir anda düşündü; buraya üye falan değildi, öyleyse içeri girmesi olanaksızdı. O kadar yol tepmişti. Yorgun ve üzgündü. Yeşil çayırlara doğru yuvarlandı; uzaktan yansıyan kurbağa seslerine doğru kulak kabarttı, o yöne doğru yuvarlanıp gözden kayboldu.
Alaattin Bilgi
Evrensel'i Takip Et