16 Mart 2008 00:00

MERCEK


Türkiye gibi, aktüel politik ve askeri gündemi oldukça zengin ve hızlı değişen bir ülkede, devrimci politik tutarlılığın koşulu, sermayeden kurtuluşu öngören bir hat üzerinde işçi sınıfı ve emekçilerin çıkar ve taleplerini kararlılıkla savunmaktır. Bu koşul, sömürülüp ezilenlerin hareketinin geliştirilmesi ve ilerletilmesini; mesleki-sendikal ve politik örgütlenmelerinin sağlamlaştırılıp her koşulda mücadeleyi sürdürebilir güce ulaştırılmasını gerektirir. Ülkenin kendi tarihi -ki her zaman uluslararası gelişmelerle bağlantılı yönleri olacaktır- ve hareketin “ulusal” ve uluslararası tecrübe ve deney birikiminden edinilen dersler, hareketi ilerletecek taktiklerin izlenmesinde önemli dayanaklardan birini oluştururlar. İşçi ve emekçiler, ileri kesimleri başta olmak üzere, günlük-dönemsel ve daha geniş zaman dilimlerinde, patronlar, devlet, hükümet, çeşitli devlet kurumları ve hükümete bağlı kuruluşlarla kendileri ve ezilen diğer emekçi kesimleri arasındaki ilişkileri göz önünde tuttukları, sermaye ve temsilcilerinin iktisadi-politik ve askeri anlayış ve eylemleriyle kendilerinin çıkarları arasındaki zıtlığı görebildikleri oranda, mücadelede ileri adımlar atabilecek ve koşulların da uygun olmasıyla zafere ulaşabileceklerdir. Bu, nihai hesaplaşmalarda da, küçük-mevzi çarpışmalarda da böyledir.
Bu “genel doğru” ya da hemen her şart altındaki temel koşul, işçi ve emekçilerin sınıf bilincine ulaşmış ileri kesimlerine, her koşulda, hareketi nasıl ileri taşıyabileceklerini, güç ilişkileriyle olumlu-olumsuz etkenleri hesaba katarak belirlemeleri sorumluluğu yükler. Sınıf çizgisinde netliğin belirleyeni, emperyalizm ve gericiliğin politikalarına karşı, bağımsızlığın, demokrasinin ve toplumsal kurtuluşun savunulmasıdır. Bu “kalın” hat, güncel çeşitliliği içindeki sınıf mücadelesinin “ayrıntılı ince yolları”nı da şekillendirecektir.
* * *
Son birkaç ayın ve son haftaların hızlı, karmaşık, çok yönlü gelişmeleri, bu “kalın” ve “ince” hatları bir kez daha anımsayıp/anımsatmayı gerekli kıldı. Irak Kürdistanı’na askeri harekat, o harekatın “bir an önce sona erdirilmesi” yönündeki Amerikan “telkinleri”, harekatın kumanda merkezinden yöneticilerin, o “telkin”e “meydan okur” görünen “bir yıl da kısa süredir” açıklamaları; aradan birkaç saat geçmeden geri dönüş emrinin verildiğinin açıklanması, bu “geri dönüş” üzerine, sermaye partileri, hükümet, ordu üst yönetimi gibi burjuva cephesinin başlıca “kurum” ve unsurları arasındaki söz düellosu, türban tartışmaları, hükümet desteğindeki YÖK Başkanı’nın talimatının üniversite camiasında yarattığı “infial”; Danıştay’ın “resti”, AKP “demokratları”nın “özgürlük” sorununu türban savunuculuğuyla özdeşleştirmeleri, C. Başsavcılığı’nın AKP hakkında kapatma talebinde bulunması vs. vb. Olaylar ve gelişmeler dizisi karşısında, devrimci işçinin tutumu daha da önemli hale gelmişti. Daha da önemlisi, uluslararası sermayenin emrindeki sermaye partisi ve hükümeti, öteki düzen partilerinin ciddi bir itirazıyla karşılaşmaksızın emekçilere karşı saldırıları, sözcüğün gerçek anlamında doludizgin sürdürüyordu. Özelleştirme, TEKEL’in bazı bölümleri gibi henüz özelleştirilememiş işletmelerin peşkeş çekilmesiyle sürdürülürken, sağlık ve eğitimde, çalışma ve emeklilik süresi, emeklilik yaşı, doğum, ölüm, evlenme, “yetim” yardımları, kıdem tazminatı gibi, işçi ve kamu çalışanı emekçilerle ailelerinin bugünü ve geleceklerini karartacak saldırı paketleri birbiri ardına açılıyordu.
AKP ve hükümeti, Genelkurmay, CHP ve MHP gibi işbirlikçi gericiliğin politik-askeri temsilcileri arasındaki ‘ağız dalaşı’, geniş emekçi kesimleri bakımından yanıltıcı ve hedef saptırıcıydı. Kürt sorunu kapsamında bir toplumsal sorunun sermaye cephesinde farklı seslerin çıkmasına ve “geliştirilecek çözüm” üzerine sert tartışmalara yol açması kaçınılmazdı. Son tahlilde aynı sınıfın çıkarlarına hizmet etmelerine ve “Tek millet, tek dil, tek devlet”ci inkar politikasında birleşmelerine karşın, 85 yıllık çözümsüzlüğün yol açtığı başarısızlık, birbirleriyle de çekişmelerine yol açıyordu. Ancak, Kürt sorunu ya da türban konusundaki, ABD politikalarıyla uyumun “koşulları” ve Türkiye gericiliğinin bu politikalarla bağlanan ya da ayrışan emelleri, dün birlikte davranıp bugün birbiriyle atışanların yarın bir başka önemli sorun nedeniyle yine yan yana gelmelerini mümkün kılarken, bundan her durumda zarar gören emekçi ve ezilenler ile hareketiydi.
AKP Hükümeti’nin iktisadi-sosyal politikalarına alınan tutum bu bakımdan öğreticiydi. Düzen partileri ve kurumlarının bu saldırı politikalarına itirazı yoktu. Tekel emekçilerinin direnişine Ankara’nın ortasında yapılan saldırı, SSGSS saldırısına tüm sermaye güçlerinin destek vermesi, kapitalist sınıf çıkarlarında ortaklığın göstergesiydi.
Buna karşı tepkilerin ifadesi olarak ortaya çıkan emekçilerin süreli genel eylemi, saldırıları püskürtmenin ve hakları korumanın yolunu gösterdi; sermaye güçleri arasındaki güç ve ağız dalaşına yedeklenmeyen bir emekçi birleşmesinin mümkün olabileceğini de ortaya koydu. Saldırıların tüm emekçileri hedeflemesi, aşağıdan gelen baskıyı artırdı ve sendika yönetimleri bu baskı altında harekete geçtiler. Ancak, bu “tutum birliği”nin sendika bürokrasisi için geçici olduğunu unutmamak gerekir. AKP ve hükümeti de, ortaya çıkmış emekçi tepkisini çeşitli manevralarla dağıtmaya çalışmaktadır. İşçi ve emekçilerin ileri kesimleri bu “nazik durumu” göz önünde tutarak, birliklerini kendi elleriyle gerçekleştirip sağlamlaştırabilirlerse, saldırıları dağıtmak mümkün olabilir. Sis ve duman içinde yolu şaşırmadan, tekil olayların daha kapsamlı gelişmelerle bağını göz önünde tutarak ilerlemek de buna bağlıdır.
A. Cihan Soylu

Evrensel'i Takip Et