15 Mart 2009 01:00

Her sokak ayrı öyküye gider…


Antakya’nın binlerce yılına tanıklık etmiş, duvarlarına tarihin büyüsünün sinmiş sokaklarını arşınladıktan sonra, biraz dinlenmek için kendimizi bir künefeci salonunda buluyoruz. Künefe deyince akla Antakya gelir. Buradaki tarihin ve bir arada yaşamanın lezzetinin sindiğinden midir bilinmez, Antakya’nın meşhur künefesinin lezzeti dillere destan, bir tadan bir daha unutamıyormuş. Birçok yerde sadece künefe yapıp satan dükkanlar, Antakya sakinlerinin ve yerli-yabancı birçok turistin uğrak yerleri arasında ilk sıralarda yer alan mekanlardan. Künefenin peyniri özel mayalanmış ekşimsi bir peynir, lezzetini alabilmek için sıcak tüketilmesi gerekiyor ve biz de sıcak künefelerimizi yedikten sonra, şehrin alışverişinin kalbi olan Uzunçarşı’ya doğru yol alıyoruz.
Sağlı sollu yüzlerce dükkanın bulunduğu çarşı çeşitli iç avlulara açılıyor. Kurşunlu Han bu avlulardan bir tanesi. Taşlarla örülü bir kaleyi andıran Kurşunlu Han, birçok ticaret kervanına durak olmuş, birçok yolcu burada eylenmiş, atını dinlendirmiş. Şimdi ise hanın iç avlusuna konulan birkaç küçük kahve masasında esnaf çay içip tavla oynuyor ya da bir köşede acı bir Antakya kahvesi içip iki lafın belini kırıyor. Osmanlılardan kalan hanların birçoğu mimari özelliklerini kaybetmiş. Yakın bir tarihe kadar faal şekilde kullanılan han, şu anda depo ve dükkan olarak kullanılıyor. Üst katındaki odalar ise marangoz atölyelerine kucak açmış durumda. Han bakımsızlıktan bitap düşmüş halde ayakta kalmaya direniyor. İki katlı yapılmış olan hanın üst katının bir kısmı yıkılmış durumda.
Bakımsızlıktan çöktü
Kurşunlu Han, tarihi bir özellik barındırıyor, buna rağmen neden restore edilmediğinin cevabını Uzunçarşı Mahallesi Muhtarı Sabahattin Kimyacıoğlu’ndan dinliyoruz. Uzunçarşı’yı anlattıktan sonra Kurşunlu Han’a getiriyor sözü:
“Uzunçarşı, SİT alanı içerisinde bulunan bir bölgedir. Birkaç yıl önceye kadar bu caddenin bir bölümünde mobilyacılar, bir bölümünde kundura imalatçıları, bir kısmında ise bakkal ve manavlar vardı. Çarşının üstü önceden kapalı değildi, sonradan kapatıldı. Uzunçarşı’ya bağlı, sol tarafta tarihi Kurşunlu Han vardır. Hanın bakımsızlıktan ikinci katı çökmüş durumdadır. Çok ortaklı şahıs malı olduğu için onarımı yapılamamaktadır.”
Yüzlerce yıldır adımların aşındırdığı taş merdivenden hanın üst katına çıkıyoruz. Hanın zamana direndiği gibi buradaki ustalar da fabrika üretimine karşı direniyorlar. Eşten dosttan gelen birkaç siparişle uğraşarak günlerini geçiriyorlar.
Buradan ayrılıp Uzunçarşı etrafında gezintimiz devam ediyor. Sıra sıra taşların dizili olduğu dar bir sokağa giriyoruz. Küçük bir dükkanda altmış beş yıllık bir meslek erbabıyla karşılaşıyoruz. Muhammet Gürbüz, yemeni (ayakkabı) dikmek için babasının elinden aldığı iğne ile ipliği yarım asırdan fazla zamandır elinden bırakmamış. Muhammet Usta’nın küçük işyerine konuk oluyoruz. Eskiden herkesin bu yemenilerden giydiğini ve birçok yemenici olduğunu anlatırken, bizim gözümüz ufak çalışma yerinde, duvarda sıra sıra asılı yemenilere ilişiyor.
Hatay’da tek ben varım
Muhammet Usta, “Uzunçarşı’da yüz civarında dükkan bundan işlerdi. Bugünkü gibi değil, tahtadan işlerlerdi. Burada 1960’a kadar bu işi yaparlardı. Ben seksen yaşındayım, altmış beş senem burada geçti” diyor. Artık sadece okullarda kurulan halkoyunları ekipleri bu yemenileri gelip Muhammet Usta’dan satın alırmış. Çiftini yirmi beş ile otuz beş lira arasında bir fiyata satan Usta, “Hatay’da bir tek ben yapıyorum bu işi. Birkaç usta da Maraş’ta, Kilis’te, bir de Antep’te var bu işi yapan” diyerek mesleğinin yok olma sürecine girdiğini anlatıyor.
“Sizin öğrettiğiniz kimse var mı” diye de arada soruyoruz. Usta, yemeninin nasıl yapıldığıyla birlikte anlatmaya başlıyor: “Benim çocuklarım var iki tane, ben öğrettim onlara, isteseler yaparlar ama yapmıyorlar. Bana kolay geliyor bu iş, onlara zor gelir. Ben alıştım kolay geliyor. Bana babam öğretti bu işi. Yukarıda köşede dükkanı vardı. Hâlâ duruyor dükkanın yeri, satmadım. Elli senem orada geçti. Normal ayakkabı tamiri de yapıyorum. Kimsenin yapamadığı ayakkabılar gelir bana, ben yaparım onları. Dikiş yapacağım ipe balmumu sürüyorum sağlam olsun. Bu elimdeki kalın iğnenin adı ‘tığ’dır, bununla iğneye yol açarım, ardından dikiş yaparım. Bu rehberdir, bize yol gösterir. Şimdi suni deri çıktı, eskiden tabakhanelerden alırdık deriyi, onlar bir deriyi çıkarmak için altı ay uğraşırlardı. Bu yemeninin bir tanesini yapmak bir günümü alır. Bunu yaparken makine kullanmıyorum, hepsi el işçiliği. Önce kalıbına göre kesiyoruz, sonra dikiyoruz.”
Muhammet Usta’yı küçük tezgahında, gelen birkaç yırtık ayakkabıyı onarırken bırakıp çıkıyoruz.
Erkenden kararan kısa kış gününe Antakya’nın binlerce yıllık mozaiğinden küçük parçalar sığdırarak, üstümüzde tatlı bir yorgunlukla dönüyoruz. Bindiğimiz arabanın içine Arap ezgilerinin yoğunluğuyla bir türkü yayılıyor. Bir Osmanlı askerinin kaçırdığı Arap kızına yakılmış olan ‘Meryem Meryamti’ türküsü bu ve günden geriye kalan, bu türküyü seksenli yılların baskıcı döneminde dinlemeyi yasaklayan sisteme olan bir gülümseme oluyor!..
Ahmet Bolat

Evrensel'i Takip Et