9 Eylül 2009 00:00

GÖZLEMEVİ


Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, bundan tam 29 yıl önceydi. Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren (1918), Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin (1918-2005), Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya (1925); Deniz Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nejat Tümer (1924) ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun (1915-1998) 12 Eylül 1980 günü oligarşinin askeri darbesini gerçekleştirdiler, böylece yıllar süren bir terör dönemini başlattılar.
Ne günlerdi ama! Üç milyonu aşkın kişi gözaltına alındı, sorgulandı, işkence gördü. Aynı dönem içerisinde altı yüz elli bin kişi tutuklandı, değişik sürelerle cezaevlerine tıkıldı. Yetmişe yakın idam cezası infaz edildi ve yüzlerce kişi işkencelerde, operasyonlarda katledildi. Kitlesel tutuklamalar birbirini izledi, askeri yönetimin onaylamadığı her türlü politik ilişki ve düşünce acımasızca ezildi, kitlelerin politikadan uzaklaştırılmasına yönelindi. (Halkımdan ses gelmedi.)
12 Eylül döneminde uygulanan devlet terörünün her türlü siyasal ilişkiye yönelimi, elbette sadece devrimci örgütlerin etkisizleştirilmesi amaçlı değildi. Oligarşinin 12 Eylül askeri yönetimiyle gerçekleştirmek istediği temel hedef, kendi iktidarına yönelik devrimci hareketin etkisizleştirilmesi ve yok edilmesi olmakla birlikte, devrimci hareketin gelişimine neden olabilecek her türden ekonomik, sosyal, politik ve kültürel ilişkilerin de tasfiye edilmesiydi. Bu çerçevede, bir yandan devrimci örgütlere ve devrimci kitleye yönelik kanlı bir terör uygulaması sürdürülürken, diğer yandan devrimci hareketin gelişiminde ve yayılmasında etken olan tüm ilişki ve kurumlara saldırılar düzenlendi. (Nedense halkımdan gene ses gelmedi.)
Üniversiteler, YÖK düzenine sokularak, sözcüğün tam anlamıyla liseleştirildi. Orta öğrenimden başlanılarak üniversiteleri de kapsamına alan yeni bir eğitim sistemiyle apolitik bir gençlik yaratıldı. Ancak apolitik gençlik yaratmak, herhangi bir dönemdekiyle kıyaslanamayacak boyutlara ulaştı ve yeni uygulamalarla bugün bile sonuçlarına tüm toplumun katlanmak zorunda olduğu bir duruma gelindi. (Halkım bu kere de ses etmedi.)
Türk Dil Kurumu (TDK), kendi içersinde barındırdığı tüm gerici öğelere karşın, toplumsal olarak “ilerici” bir konumda yer alıyordu, bu nedenle de askeri yönetimin ilk planda tasfiyeye giriştiği kurumlardan biri oldu. Yeni sözcüklerin türetimi ve türetilmiş yeni sözcüklerin devrimci çevrelerde kavramlaştırılmasıyla ortaya çıkan gelişmeler, TDK’na yönelik saldırının ana nedenini “teşkil” etti. (Halkımdan hiç, ama hiç ses gelmedi.)
Sendikalar, demokratik kitle örgütleri, askeri yönetimin devrimci örgütlere yönelik saldırılarının bir parçası olarak yok edilirken, her çeşit örgütlülük “düzene yönelik bir saldırı” olarak tanımlandı. Özellikle DİSK’in mal varlıkları üzerinde oynanan oyunlar, aynı zamanda askeri darbenin ekonomik uygulamalarının içeriğini oluşturdu. Doğrudan doğruya, yani yasal olarak kapatılmayan bir sendika ve bu sendikaya kayıtlı yüz binlerce işçi, sabahlardan bir sabah uyandıklarında sendikası olmayan birer sendika üyeleriydi. (Neredeydi halkım? Halkımdan yine ses gelmedi.)
Toplum, alt-yapısından üst-yapısına o günden bugüne içten içe çürüdü; yozlaşma, değersizleşme aldı başını yürüdü. “Bankerlik” olayı olarak ortaya çıkan küçük tasarruflara büyük faiz uygulaması, neredeyse toplumun tüm birikimini bankalara ve bankerlere götürdü. Kısa sürede yüksek para kazanma ve bununla tüketime yönelme tutkusu tüm toplumu sardı sarmaladı. Ama temelde tekelci sanayi burjuvazisinin kendi sermayesini yeniden değerlendirme uygulamaları vardı. Sermaye birikimini eski sermayenin lehine eritmeyi amaçlayan yüksek faiz uygulaması, bir yandan tekelleşememiş sanayi burjuvazisini tasfiye ederken, diğer yandan halk kitlelerinin tümüyle mülksüzleştirilmesine neden oldu. Faşistgillerden “28 Tahsin”in adı, Time dergisi tarafından yeryüzünün en zengin 50 zengini arasına konuldu, kimse o paraları nereden bulduğunu 28 Tahsin’e sormadı. 1977-1980 döneminde kitlelerin hemen hemen en aza inmiş olan tüketim eğilimleri, 12 Eylül sonrasında özendirildi. (O sırada halkım neredeydi? Bilinmedi! Halkımdan hiç ses gelmedi.)
Oligarşinin yeni adamları ortaya çıktı, yeni bir toplumsal kesimde “köşe dönücü”, “iş bitirici”, “yiyici” bir toplumsal tabaka gelişti. Oysa bu toplumsal tabaka, kendi içersinde yeni bir tüketici kitlesini oluşturacak, ülkenin emperyalist metaların açık pazarı haline getirilmesi için önemli bir rol oynayacak, gelişip serpilecekti. (Yahu, halkımdan gene ses gelmedi.)
Günü geldi, halk kitleleri en küçük birikimlerine kadar tüm parasal ya da paraya çevrilebilir olanaklarını yitirdi. Bu durum, çalışan kitlelerin reel gelirlerindeki sürekli düşüşlerle birleşerek, uygulanan enflasyonist politikaların sonucu olarak büyük bir toplumsal yıkıma dönüştü. Günlük olarak en asgari gereksinmelerini temin edemeyen bir halk kitlesi ile bu asgari gereksinmeler için gerekli parasal kaynakları “her koşulda” bulmak durumunda olan bireyler, toplumsal çürümenin temelini oluşturdu. Özal’ın “benim memurum işini bilir” dediği kesimde rüşvet ve yolsuzluk ağı giderek gelişir ve geliştirilirken, ocaktaki tenceresini ateşten indiren kadınlarımız “sokak kadını” ordusuna kendini dahil etti. (Hayret! Halkımdan bu kere de ses gelmedi.)
Evet… Aradan tam 29 yıl geçti, ama tüm toplumu her yönden etkileyen o “meşum” süreç hâlâ bitmedi. Darbelere karşı olduğunu zırt pırt söyleyen Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, faşist darbecilerin yaşayan örneği olan ve kalbe benzeyen uzvu pille tık tıklayan Marmarisli beygir ressamı Kenan Evren’i, tedavi gördüğü GATA’da ziyaret etti, kendisinin 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı kutladı.
Başbuğ, böylece 12 Eylül cuntasına kendi elleriyle meşruiyet sundu.
Ülke halkı bu ziyareti televizyonlarda seyretti, gazetelerde okudu,
Anlaşılan o ki, Kenan Paşa ölmüyordu ve halkım gene susuyordu.
ÜSTÜN AKMEN

Evrensel'i Takip Et