7 Nisan 2010 01:00
BAŞYAZI
Bugün gazetemizde yer alan Erdem Geyikin haberi, sıkça rastlanan insanlık dramlarından birisi.
23 yıldır Tuzla tersanelerinde işçi olarak çalışan Metin Yavuz, borcunu ödemek için, intihar etmek de dahil bir çok bireysel çözümü düşündükten sonra, son çare olarak, böbreklerinden birisini satışa çıkarmış! 5 bin TL borcu olan Metin Yavuz, son çalıştığı tersaneden de dört aylık ücretini alamamış.
Son günlerde başka benzer pek çok haber de gazetelere yansıdı. Ama bunların en dramatik olanı, 18 yaşındaki Semih Sipahinin intiharıdır!
Semihin dershane ücreti olan bin 400 lira ödenemeyince dershanenin senetlerde imzası bulanan anne Emine Sipahiyi mahkemeye vermesi, borcun faiz ve mahkeme masraflarıyla 5 bin 250 liraya yükselmesi ve ödenmeyince de anne Sipahinin cezaevine konması. Bu duruma üzülen 18 yaşındaki Semihin intihar etmesi!
Bu olayları gazete ve TVler, en dramatik yanlarıyla haber yapıp, vay canına çizgisinde tutarlar ve bizim de öyle düşünmemizi sağlarlar. Çünkü görevleri budur! Oysa gerçek vay canına dedirten yanın ötesindedir.
Bu iki olayı düşünelim. Birinci olayda, Metin Yavuzun böbreğini satışa çıkarmasında, ilk aklımıza gelen; Canım 5 bin lira da ne olacak? Eşten dosttan bulunur, böbrek satışa çıkarılır mıdır. Ya da Yavuzun çalıştığı firmanın dört aylık ücretini ödememesini gerekçe gösterir, Adamın ücreti ödense borcunu öderdi diye ücret ödemeyen firmayı suçlarız. Hadi diyelim, işsizliğin böyle yükselmesine öfkeleniriz. Ama bu hemen göze çarpan nedenlerde kalındığı sürece her biri için, bahane de bulunur. Metin Yavuzun çevresinin de yoksul ve muhtaç olduğu ile çevre suçlaması düşerken, çalıştığı firmadan alamadığı 4 aylık için de taşeron çalışması, patronun ahlaksızlığı ya da iflas etmesi bahane olarak öne sürülebilir. Bunların her biri elbette vardır. Ama burada asıl olan sistemdir ve sermaye düzeni aslında, böyle işçiyi sömürme ve onu ölmeyeceği kadar bir ücrete mahkum eden bir zemine yaslanmadan ayakta duramaz. Bu yüzden de sistem var oldukça işçinin bu gün bu, yarın şu nedenle, böbreğini satmak zorunda kalması, bu nedenle eşinden ayrılması, çocuklarının evi terk etmesi ya da gayri meşru işlere bulaşması, ailesinin parçalanması gibi olaylar eksik olmayacaktır.
Kısacası kapitalist sistemin sömürücü karakterini görüp; taşeronlaştırma, patronların uygulaması, alacaklıların zalimliği gibi nedenlere karşı mücadeleyi sisteme karşı mücadeleyle birleştirmeden gerçeği anlamak olanaklı değildir.
Bu açıdan Semih Sipahinin intiharı daha da öğreticidir. Bu intihara tepkide ilk akla gelen; dershanenin bin 400 liralık alacağı için dava açmasına öfkelenmektir. Sonra mahkeme masraflarının çokluğuna ve faizlerle birlikte borcun birden 5 bin 250 liraya çıkmasına kızabiliriz. Yetmez, böyle bir borç için bir annenin cezaevine konmasına verip veriştirebiliriz. Ama her biri hak, yasanın gereği, mahkemenin kararı, piyasa koşulları gerekçe göstererek açıklanabilir. Örneğin dershane patronu, Ben alacaklarımın peşine düşmesem batarım, kimse doğru dürüst ödemiyor diye kendini haklı çıkarır. Hatta patron, Ben annenin cezaevine konmasını istemedim mahkeme koydu der. Yargıç, Ben ne yapabilirim, olay ortada, yasalar var; benim yapabileceği bir şey yoktu der. ...!
Ama dershane sisteminin de artık bir parçası olduğu eğitim sisteminin paralı hale getirilmesi, piyasa koşullarına bağlanarak ticari (kâr üreten bir sisteme dönüştürülmesi) bir alana dönüştürülmesini suçlamak ve ona karşı mücadeleyle tepkimizi birleştirmek pek aklımıza gelmez.
Dolayısıyla Semih Sipahinin intiharına yol açan gelişmeler; aslında eğitim sisteminin paralı hale getirilmesine meşruiyet sağlayan sınavlar sisteminin vazgeçilmezi olan özel eğitim ve dershanecilikle doğrudan bağlantılıdır. Ve mücadele bu sisteme karşı yönelmezse; (son dönemde gençler sisteme karşı mücadelenin öneminin farkında olduklarını gösteren girişimleri artırdılar) üniversite kapısından dönen döndüğü ile cezaevinde yatan yattığı ile ölen öldüğü ile kalır; sistem de kendisini yenileyerek sağlamlaşarak yoluna devam eder!
İHSAN ÇARALAN
Evrensel'i Takip Et