14 Nisan 2010 01:00
GÖZLEMEVİ
Altıdan Sonra Tiyatronun 2003-2004 sezonunda teması ekip üyeleri tarafından oluşturulan ve grubun kurucularından Yiğit Sertdemirin kaleme aldığı ilk özgün eserleri Bekleme Salonu (Mitos Boyut Tiyatro Yayınları / Eylül 2005) ile 2003-2004 sezonunda seyircinin karşısına çıktığını ve eleştirmenlerin beğenisini kazandığını anımsıyorum. O tarihte izleyememiştim. 2009-2010 sezonunda İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları yapımı olarak sahnelenince görmemezlik edemezdim, gittim izledim.
Yiğit Sertdemir, bırakın oyunculuğunu, ama yazarlığına umut bağladığımız bir tiyatrocu. 444 de bayıldığım oyunu. Bekleme Salonu onun ilk oyunu ve bir ilk oyun olduğunu belli eden bir oyun. Bir firma, eleman gereksinimini karşılamak amacıyla iş görüşmesi yapmaktadır. Yapılan elemeler sonucunda, iki genç adam ve bir kadın son aşamaya kalırlar. Oyun, bu üç kişinin bekleme salonunda kilitli kalmaları ve odadan çıkma çabalarıyla gelişir. Kilitli kalan adaylar, şifrelerle dolu oyunun kurallarını yerine getirirlerken bir sınavdan geçtiklerini düşünürler ve birbirlerine ona göre davranmaya başlarlar. Kapıyı açmak tek amaç olmuştur. Bu amaç uğruna birbirlerini yok etmeyi göze alan bu üç kişi, anahtarı ararken kendi geçmişleriyle ilgili ipuçlarının odaya yerleştirilmiş olduğunun ayırtına varıp, kendilerini masal, bilmece ve şiddetle örülü bir çekişmenin içinde bulurlar. Algılarının, algılarıyla seçtiklerinin, önyargılarının, hırslarının, egolarının ve en önemlisi hayal güçlerinin genişliği ortaya saçılır.
Yiğit Sertdemir bu eserinde, dünyayı olduğu gibi değil daha önce edindiğimiz paradigmaların etkisiyle gördüğümüzün ve hareket ettiğimizin altını çizmiş. Çünkü öyle koşullandırıldığımızı söylemiş. Oysa bizleri koşullandıran temel değerlerin ayırtına varmamız gerektiğini, onları tanımamızın ön koşul olduğunu hatırlatmış. Bu hatırlatmayı her zamanki yaman ironi biçemi içinde yapmış. İnsanoğlunun otoriteye boyun eğmeye koşullandırıldığının altını çizmiş. Toplum kuralları ya da eğitim yoluyla edindiğimiz ve içinde yaşadığımız kültüre bağlı olan bütün otoriteyi kabullenmek, psikolojik açıdan gerekli ve yararlı mıdır sorusunu mıncıklamış. Kimi zaman amaçlarından saptırılıp çıkar sağlamak üzere kullanılmaya başlandıklarında başa bela getirirler yorumunu getirmiş. Gel gelelim çok şey söylemek istemiş, çok şey söyleyeyim derken sanki biraz gevelemiş, eksik ya da fazla söylemiş.
Oyunu Tolga Yener sahneye taşımış. Sahnelerken, eserini sevdiği yazara derin bağlılıkla hizmet etmiş. Konunun ruhsal ortamını arayıp bulmuş, belki Sertdemirin bile ayırtına varmadığı yaşama kaynağından izleyiciyi sebeplendirmiş. Ruhsal olanın aracılığıyla gövdesel olanı yaratmış. Oyundaki gerilimin dozunu pek güzel ayarlamış. Yazarın sağladığı ögelerden seyircinin hayal gücünü çalıştırarak, duygularına uyarak oyun içindeki parçaları keyfince birleştirmesine olanak sağlamış. Oyunu seyirci ile Yiğit Sertdemirin kurduğu ilişkiden doğan ateşte pişirerek, son şeklini aldırmış ve pişirmiş. Yorumunda sahnenin arka planındaki büro görevlilerini, tiyatronun sanatçı kadrosundan değil sahne teknisyenlerinden oluşturarak bir ilke de imza atmış. Ancaaak Tolga Yenere, finalde şirket yöneticisinin asansöre biniş sahnesini yeniden ele almasını önermeden geçmeyeceğim. Bir şirkette yönetici asansöre binerken, asansörün içinde dışarı çıkmayı bekleyen personel yöneticiye yol verir. Yok, yol vermez; oyunda olduğu gibi yöneticinin üstüne çıkarsa, o takdirde görevine genel olarak son verilir(!).
Ayhan Doğanın kostümleri amaca uygun Gene Ayhan Doğan imzalı sahne düzeni ise yönetmenin temel anlatım gücünü oluşturmuş. Doğanın üç boyutlu sahne düzeni, oyuncuların da evrenini ortaya çıkartır nitelikte. Sahne, yönetmenin tasarım gücüyle orantılı, ona sınırsız anlatım gücü sağlayabilen bir oyun yeri olmuş. Seyirciye iletilmek istenen düşünce ışığında bütünlüklü ve kendi içinde tutarlı bir yapı oluşturmuş. Yalnız Van Goghın Yıldızlı Gece röprodüksiyonunun asıldığı yer pek uyduruk. Ayol kitaplık rafına çivi çakılıp, tablo asılır mı hiç?
Tiyatroda müzik doğru seçilmezse seyirci yanlış yönlendirilmiş oluyor. Benim pek sevdiğim müzik tasarımcılarından Selim Can Yalçının art arda sıraladığı müzikler bu kere birbirini tamamlamıyor, birbirleriyle renkleri tutmuyor. Kimi tablolarda oyuncuların ritmi müzikten kaynaklı olarak düşüyor. Parça moodları çok sık değişiyor, seyirci bir önceki mooddayken bir diğerine geçişte zorlanıyor. Fatih M. Haroğlunun ışık tasarımında sahne üzerindeki rengin, sahneye ulaşan renkle, sahnedeki rengin bileşkesi olduğunu uygulamasını kutlamak istiyorum. Yusuf Tuncerin efekt tasarımının seyirciye ulaşması boğuk.
Genç oyuncular Cengiz Tangör ve Ertuğrul Postoğlu, fevkalade inandırıcı kişilikler çiziyorlar. Oyuncunun yaratıcı hali, beklenen ya da beklenmeyen bir uyarıcıya olan tepkisi gibi, kendiliğinden ve doğru olduğu zamanki haliyse, bu iki oyuncunun alınlarından öpüyorum. Zeynep Özyağcıların duygularını, iradesini, aklını, tüm varlığını harekete geçirmek için derinlikli tutkuları var. Eşsiz yüz hatlarını mükemmel kullanıyor, fevkalade tempolu bir oyun veriyor. Tangör ve Postoğlu ile de çok iyi paslaşıyor. Sahne üstünde olduğu süre içinde sanatsal arzu ateşini mükemmel koruyor, karşılığında kendine denk düşen içsel özlemleri açığa çıkarıyor. Diyeceğimi açık yüreklilikle ve açıkça deyivermem gerekirse: Bekleme Salonunda oyunculuk pek güzel, hatta üst düzeyde ama ne yalan söyleyeyim, kim ne derse desin Zeynep Özyağcılar bir adım öne çıkıyor.
...
GÖZLEMEVİ KÖŞESİNİN GÖZLEME KAVŞAĞI
Geçtiğimiz hafta içinde Telga (Südor) Mendinin İstanbul Kültür Üniversitesinde açtığı Antigone Kimdir? başlıklı eskiz ve enstalasyon sergisini gezdim. Mendi, 7si yağlıboya, 2si büyük panoda 20 eskiz, 4 manken üstü çalışmasıyla Antigonenin kimliğini sorgulamaktaydı. Resme, biçime bakarken o resmin konusunu düşünmemek; neyi görüp, nasılı araştırmamak gerektiğini bilenlerdenim ben! Plastik bir eserin beğenilip beğenilmemesinin ressam ile eseri gözlemleyen arasındaki bir noktaya bağlı olduğunu öğreneli yıllar geldi, geçti! Gene de; beyni olmayan, aklı süpürülmüş, süpürge kafalı, kraft kağıdı giysili kadın mankende, o çağın temelinde barınan dinsel ve tutucu dünya görüşünü buldum. İçimden, Yoksa Antigone bu mu diye sordum.
Sergiyi ziyaret edenler Antigone Kimdiri nasıl yanıtladı elbette bilemem, ama Kreonun devleti ve yasayı temsil etmesini, yani kabile toplumu ve akıl toplumunun çatışmasını, Telga (Südor) Mendinin eserlerinde ben sanki elimle koymuş gibi buldum. Giderek, Mendinin çizgilerinin iç dünyasındaki fiziküstü varlığa tutundum ve tutuldum. İnsanın bitmeyen tragedyaları, zorbalık, savaş, ölüm ve bu cehennemde doğanın ve insanın yasaları Mendinin kendine özgü o tam düzey, tam yatay prensibinden ayrıştırılmış düz çizgilerinde, sağa sola yatarak devinim, haydi bilemediniz bir tür kıpırdanma duygusu kışkışlamasını içime doldurdum.
Yoksa Antigone, mankenlerden kafasından kablolar çıkan, kraft kağıdı elbiseli, gözünden kan damlayanı mıydı doğrusu bunu da bilemiyorum, ama kim ne derse desin ben onun adını özellikle Antigone koydum. Antigone, dinsel değerler dünyaya egemen olsun diye krala başkaldırıyordu. Tam karşısındaki büyük panoda Kreon ile birlikte meşru zeminden kaydım, şıpınişi bir diktatör oldum.
O sırada, garibim Oidipus, karşı köşede hâlâ kim olduğunu araştırıyordu.
Telga (Südor) Mendinin sergisinden çıkarken, kendi kendime kim olduğumu sordum!
ÜSTÜN AKMEN
Evrensel'i Takip Et