24 Ekim 2010 00:00

Demek ki neymiş…


Televizyonun toplum üzerindeki egemenliği arttıkça, yazılı basında da bu konuya yönelik yeni köşelerin ve yeni yazıcıların oluşması da kaçınılmaz oluyor. Televizyon üzerinden okur çekmenin bir yolu oldu bu. Tuttu da. Birken iki oldular, derken üç olduk mu diye sormaya başlamışlarken birbirlerine, üçü beşi geride bıraktılar. Hem de köşelerde yazanların varlığı; dolayısıyla da sağlığının tartışıldığı; köşe yazarlığından sokak yazarlığına(!) uzamaların olduğu bir dönemde.
Yakın zamana dek düzenli aldığım gazetenin böyle bir köşesinde rastladım ona. Önceleri pek ilgimi çekmiyordu doğrusu. Kadınlara yönelik saçma sapan izlencelerle, dizilerle dolu televizyonun eleştirisinden ne olacaktı ki. Ya da ne olurdu. İlgimi çeken şeyler oldukça okudum arada bir. Sonra sürekli okudum. Ve böylece buluşmuş olduk kendisiyle. Başka gazeteye geçince de yerine gelenden aynı tadı alamadım.
O zamanlar yüzünü biliyordum; ama sesini hiç duymamıştım. Şen şakrak konuşurken bile insanın içine hüzün değilse bile, ha ağladı ha ağlayacak korkusu salan titrek, acımtırak sesini. Onu da daha çok türkü yarışmasındaki seçici kurul üyeliği sırasında duyar olduk. Şaşkınlıkla da dinledik. Çünkü, arada bir milliyetçilik damarı kabarsa da değerlendirmelerinde, eleştirilerinde müzikle uğraşan herkesin bilemeyeceği çok teknik, çok özel ve güzel bilgileri acıtmadan veriyordu titrek sesiyle. Akcamda izleyenlerin yanı sıra, yanındaki seçici kurul üyeleri bile şaşkın dinliyordu adamı. Belki de kızıyor ve kıskanıyorlardı, kendilerinden daha çok teknik bilgiye girdiği için.
İşte o Yüksel Aytuğ’un, şimdi de spor; daha doğrusu ayaktopu yazarlığına soyunmuş olduğunu gördüm yine bir rastlantı sonucu. Okuduğum iki yazısından sonra iyi ettiğini, okunacak birini bulduğumu düşündüm. Eleştiri yapıyorum derken dakika dakika karşılaşmayı anlatan teknik, taktik, saygı, sevgi yoksunu köşelerin yanında Aytuğ’un yazısı gerçekten okunmaya değerdi. Beğeniyle okunuyor; okurken de bir şey okuduğunun tadına varıyor insan hiç değilse.
Dost ve kardeşliği Ermeni açılımı yüzünden derin dondurucuya kaldırılan ve ne gariptir ki tüm dostluğumuz ve kardeşliğimize karşın adını bir türlü doğru söyleyemeyip Azarbaycan, Azerbeycan, Azarbeycan gibi değişik biçimlerde dillendirdiğimiz Azerbaycan’la oynadığımız ve yenildiğimiz karşılaşma üzerine yazdığı yazısı bir yığın güzellikler ve hoşluklarla doluydu. Hele de, “Bu arada elmacık kemiği kırık olduğu için özel maskeyle sahaya çıkan Servet, bu durumdan son derece rahatsız görünüyordu. Kafa toplarına rahat çıkamadığı için değil, istediği gibi sümküremediği için...” sözü yerimden hoplattı, kahkahaya boğdu beni. Bir gerçek ancak böylesine güzel ve çarpıcı biçimde anlatılabilirdi. Gerçekten neydi o öyle, her karşılaşmada topsuz kaldığı her anda içini dışarı çıkartma durumları. Topçuların tükürmesine önlem aradığını duyduğum Turgay Renklikurt, Servet için ne düşünür acaba?.. Ya da ne düşünüyordur?
Servet’in bu içsel temizliği üzerine düşünüle dursun, onun gerisindeki gerçek güzeldi doğrusu. Demek ki okunası yazılar da olabiliyormuş topsuz alanı sınırlayan çizgilerin içinde. Okuduğum ilk yazısında “… 24. dakikada sakatlanıp çıkmasıyla ile orta...” derken biri bağımlı diğeri bağımsız olarak bir bağlacı iki kez kullanmış olsa bile yazıları güzel bir tatla okunuyor adamın. Üstelik onun bu yaptığı, benim yaptığımın yanında solda sıfır kalıyor.
Geçen haftaki yazımda kimilerinin cömertliğinden(!) söz ederken cömertliği aşan bir savurganlık da ben yapmışım. İki hafta önce yazdığım söylem bozukluklarını bir daha sokuşturmuşum yazının içine. Nasıl yaptığımı hiç bilmiyorum. Beş ay sonra ve birden bire Ankara’nın soğuğuna düşmenin sonucu muydu, Almanya ve ardından gelen Azerbaycan yenilgilerinin etkisi miydi, yoksa Şili’de kurtarılan madencilerin buruk sevinci miydi neden, anlayamadım gitti. Uyarı iletisini de, gönderildikten bir gün sonra cumartesi günü gördüğüm için tüm çabama karşın engelleyemedim bu tersliği. İş işten geçmiş oldu anlayacağınız, kızdığım kuyuya ben de boylu boyunca düşmüş oldum.
Neyse ki yinelenen bu bozukluğun dışında kalan kısmı değişikti de yazı bütünüyle sırıtmamıştı. Nasıl olduğunu bilmediğim ve benim dışında bir takım etkenlerin neden olduğuna inandığım bu terslik için yazımı okumuş olan herkesten bağış diliyorum. Etme bulma dünyası işte ne yapayım. Bir daha olmaması umut ve dileğiyle…
Üstün Yıldırım

Evrensel'i Takip Et