18 Nisan 2006 22:00

Cezaevinde şiir okumak

İlkin Semih Poroy'dan duymuştum, Bandırma ve Kars cezaevlerinde adli hükümlülerle karikatür çalışması yapacağını, yaptığını… İlginç gelmişti; çarpıcı gelmişti. Semih'in hayata karşı o büyük saygısının, insana duyduğu kıyısız sevginin bir örneği daha demiştim, şaşarak ve sevinçle. Ülkenin öyle uzak noktalarında, öyle bir zarafetle, yorucu bir tevazu, yakıcı bir sorumlulukla, gençlerle çocuklarla yaptığı çalışmalara çok tanık olmuştum. Şimdi de cezaevi… Kâğıt ve kalemle, o da okula gittiyse tanışmış ve belki de çoktan unutmuş insanlara; gerçeğin en yıkıcı yerinde duran insanlara; dünyayı duvar, ranza, demir kapılar kadar katı ve soğuk olarak algılayan insanlara; acıya yol açmış, acıda duran ve bir gün çıkarsa büyük bir olasılıkla aynı acıya dönecek insanlara, düşüncenin çizgi çizgi billurlaştığı, insanın acısıyla da gücüyle de dalga geçen, dünyayı bir gülümseme aylasıyla yeniden kuran karikatürden söz edeceksiniz; birlikte çizimler yapacaksınız; mizahın insan hayatı için değerini anlatacaksınız. O da bir-iki günlük bir çalışmayla. Gerçekten deli cesareti olmalıydı... Derken, bir gün Zafer Kıraç arıyor. Anadolu Kültür'den, cezaevleri projesinden, yapılan çalışmalardan söz ederek, Bandırma Cezaevi'nde, sonra da Kars Cezaevi'nde adli hükümlülerle bir şiir dinletisi ve söyleşi yapıp yapamayacağımı soruyor. Sormuyor, doğrudan öneriyor. Öneri de değil, inceltilmiş emir kipinde bir istek. Çevirmenin olanağı yok. Projenin amacından ötürü yok; Zafer'in inceliğinden ötürü yok; Semih'in katılmasından ötürü yok… Ve benim Bandırma Cezaevi'ne kadar yaklaşık bir ay sürecek kıvranmam başlıyor. Bugüne dek ne kadar farklı yerlerde şiir okuduğumu düşünüyorum: Okullarda, yerel yönetimlerin etkinliklerinde, meslek odası-sendika-parti toplantılarında, Üniversitelerde, kültür-sanat kurumlarında, hastanede hastalara, Ankara Adliyesi'nde hakim ve savcı stajyerlerine duruşma salonunun yargıç kürsüsünden şiirler okudum, konuşmalar yaptım. Bunların belki de en tedirgin edicisi, Genelev Mektupları şiirim bittiğinde, bin bir güçlükle, ne yapıp edip -araya bir ricacı koyarak!- Şiiri bir genelev kadınına okumamdır. Ama bu hiçbirine benzemiyor, benzemeyecek...

Özgürlüğü kısıtlanmışlara... Birinci zorluğu, özgürlüğü kısıtlanmış insanlara koşulsuz bir özgürlük gerektiren şiirden söz edeceksiniz. Yıllarını içerde geçirmiş, içerde geçirecek, hayatla bağı büyük ölçüde koparılmış insanlara, hayatın insanı nasıl kuşattığından, bu kuşatmanın yol açacağı yabancılaşmadan, yabancılaşmanın varacağı yalnızlıktan, bu yalnızlığın bizi nasıl başkalarına düşman edeceğinden söz edeceksiniz. Bu durumun insanı nasıl küçük ve güçsüz düşüreceğini, ruhunda ölümcül yaralar açacağını, hangi koşullarda olursa olsun insanın bu duygu durumundan kurtulması gerektiğini, bir yolunu bulup anlatmaya çalışacaksınız. Bunun için insanın elinde çalışmaktan başka en büyük imkânın, şiir, kitap ve bir bütün olarak sanat olduğunu söyleyeceksiniz. Koşulları ne kadar ağır olursa olsun, yaşadığı sürece insanın gelecekten umut taşıyor olacağını, bu umudun içinde kaçınılmaz olarak yaşama sevgisi olduğunu, bunun bir direnme gücüne, bir güzellik düşüne dönüşebilmesi için bizim elimizden, sanattan başka tutacak iyilik olmadığını, insan olmanın en güzel imkânının şiir, müzik, resim, tiyatro ve diğer sanat yapıtları olduğunu anlatacaksınız. Güneşten, topraktan, kadından ya da erkekten koparılmış, hayatı dört duvara indirgenmiş insanlara hayata katılmanın değerini ve bambaşka yollarını işaret etmeye çalışacaksınız. Hangi cümleyi kurarsanız kurun, sözü hangi içtenlik ocaklarında ısıtırsanız ısıtın, sanatla, belki de türkülerden başka bağı olmamış insanlara, sonuç olarak bunları söyleyeceksiniz. Gerçekten deli cesareti isteyen bir proje… İkinci güçlüğü, daha doğrusu konuşmaya başlamadan önceki ilk güçlük, konuşacağınız, şiir okuyacağınız insanların topluma ve bireye karşı suç işlemiş, yerleşik suç tanımını bir kenara bıraksak bile, onlara zarar vermiş insanlar olmasının yarattığı önyargı. Muhataplarım cinayetten, gasptan, tecavüzden, hırsızlıktan hükümlüler… Ben elbette savcı ya da yargıç gözüyle bakmayacağım. Korkum elbette onların 'tehlikeli' insanlar olmasından kaynaklı bir korku değil. Benim korkum, cezaevine girene kadar yaşadığım kekemelik, nasıl bir dil kuracağım kekemeliği. 'Kader kurbanları' ucuzluğu, benim dilim olamaz. Yargılamak ya da bağışlamak benim dışımda. Suçun üzerine kurulu bir dil benim de şiirin de kalbi değil. 'Dışarı'daki herkesin potansiyel suçlu olduğunu, bu toplumsal yapının herkesi birkaç dakika içinde 'içeri'ye, hem de çok uzun yıllar, koyacağını biliyorum. Benim karşımda, gittiğim başka yerlerde olduğu gibi insan var. Ya ben onlardan, 'içeriden' birisiyim, ya da onlar 'dışarıdakiler' gibi, benim, bizim gibi birileri. Beni ancak bu empati kurtaracak. Dilimi suçlarından, cezalarından, eğitim durumlarından, acılarından kurtarmazsam ağzımı açamayacağım. Bandırma feribotundan inerken Zafer'e bu düşüncelerimi söylüyorum. İlk eşiği geçtim sanırım! İkinci eşiği, konuşmaya başlama ve söyleşiyi sürdürme eşiğini biraz daha kolay geçiyorum. Burada en önemli etken, önce Bandırma'da, sonra Kars'ta, cezaevine girişle birlikte, Zafer'in cezaevi yönetimiyle, infaz memurlarıyla, en önemlisi de hükümlülerle kurduğu 'ev içinden birisi' yakınlığı. Cezaevi yönetimiyle görüşüyoruz önce. Önceki çalışmaların, sonraki haftalarda gelecek konukların, yapılacak etkinliklerin seyrini konuştuktan sonra resim atölyelerini, kütüphaneyi, konuşma yapacağımız salonu geziyoruz. Bazı infaz memurlarıyla cezaevi psikologunun resim atölyesinde hükümlülerle birlikte çalıştığını görüyorum. 'Zafer Hocam, resim kâğıdımız kalmadı'; 'Zafer Abi hani bize tiyatro kitabı getirecektin'; 'Abi Semih Hoca ne yapıyor'; 'Yeni film getirdin mi abi'. Bütün korkum dağılıp gidiyor. Birden bire yüz yıllık bir tanışıklık duygusu yaşıyorum. Her iki cezaevinde de iki grup halinde, birer saati aşkın süreyle söyleşiyoruz. Şiirler okuyorum; şiir yazanlar şiirlerini okuyor; Karacaoğlan'dan bir dörtlük okuduktan sonra türkü söyleyen oluyor; beklemediğim sorular geliyor.

Aslolan gönüllülük Başlamadan on dakika sonra sesimin tüm karıncalanması gidiyor. Beni rahatlatan en önemli etkenlerden birisi de onların bu salona cezaevi yönetiminin hiçbir zorlaması olmadan gelmeleri. Bu etkinliklere katılımda aslolan gönüllülük. Bir merak duygusu, bir soluk alma imkânı, başka koğuşlardan insanlarla bir saat olsun birlikte olma isteği… Bir çeşit çizginin dışına çıkmak. Bunların payı yadsınamaz elbet. Sözlerimi yüzlerinden okumaya çalışıyorum. Koyu bir uzaklık biraz daha büyüyor. Kirpikler görünmeyen zamanlardan, ağır hayatlardan kalkıp yüzüme düşüyor. Yüzüme çok iyi bildiğim evler düşüyor. Acı, sıkıntıyla çiftleşiyor. İsteyen istediği an çıkabilir diyorum. Usul bir ırgalanma oluyor. Şiirden başka kurtarıcım yok. Uzaklık, kekeleyen seslerle usul usul yakına geliyor. Birden hepimiz duvarların dışındayız. İçimizden birisinin evindeyiz. Gözleri, sevinmek istemenin kocaman kocaman ikircimi. Bir saat için de olsa güven duygusu oluştu mu? İnanmaktan başka çarem yok. Bitiriyoruz. Hepsi de tek tek gelip 'başarılarımın devamını' diliyor. Yoksulluğun elleri kocaman. Yazdığı şiirleri nasıl yayımlatacağını soruyor birisi. Bir başkası kitaplarımdan birisini istiyor. Alın çizgisi değil, sessizliğin cümleleri bunlar. Gövdeleri uzak, eski bir masal. Donmuş bir zamana gelecek zamanları söyledim. Rahatladım mı? Değil. Derin kuyuları bana geçti. Sözlerim, başladığımdan daha çaresiz. Ayrılıklarına ayrılık katmaktan başka ne yaptım ben? Başka ne yapacaktım peki? 'Terbiye etmek' değil benim işim. Uysallaştırmak, avutmak değil. Farkında olmalarını sağlamak. Huzursuz, üzgün, uzak da olsalar, bildikleri hayat dışında bir gelecek hayaline taşlar atmak. Yankısı nereden, ne zaman dönüp gelir; dönüp gelir mi gerçekten; hangi söz, hangi ses bir gün bir başka söze, birisine iyilik, sevinç, hayat veren bir tutuma dönüşür? Bunu ne ben, ne onlar, ne de bu projeyi yürütenler bilebilirler. İnsan denen bilinmeze mektuplar gönderdik biz. Üstelik yanıt beklemeden. Yaşamak adına başka çaremiz olmadığından; gelecek adına başka çaremiz olmadığından; 'insan olmaktan başka' çaremiz olmadığından…

Evrensel'i Takip Et